Pazar, Haziran 16, 2024

pist

Tanım gereği, 'olabilirin' en ucu öyle bir noktadır ki, orada bir insan, varoluş içindeki kendisi için kavranamaz durumuna rağmen, aldatmacadan ve korkudan arınmış olarak o kadar uzağa gider ki, daha uzağa gitme olasılığı tasarlanamaz. ... İnsanın bu sonda 'bilebileceği' şeylerin hiçbiri, yıkımsız ve günahsız atlatılamaz. En sona gitmeyen her insansal varlık, insanın hizmetçisi veya düşmanıdır. 

—Georges Bataille, İç Deney


Salı, Ocak 12, 2016

Happy Birthday David Bowie



The Man Who Sold the World'ü yazdığında çoktan ölmüştü Bowie. İki gecedir, Lazarus’un lirikleri ekranımda açık, ara ara bakıyorum, videoklibi döndürüyorum: ölüp ölüp diriliyor Bowie.

Süreya’nın, son kitabında -bütün som şairler gibi- öte dünyadan seslendiğini, I thought you died alone, a long long time ago, kendisine yukarıdan baktığını, Look up here, I'm in heaven, yazılara eklemediğime hayıflanır oluyorum gene, yaz diyorum: bak bunu bu gece yaz…

Sabah oluyor. David Bowie’nin ölüm haberi düşüyor ekrana.

Sarsıcı: Bir sanatçının ölümüne tanık olmuyoruz; bir ölüm performansının katılımcıları, oyuncularıyız bu kez. Az şey mi: Gerçeği de gerçeğini de kucağımıza bırakarak gitti Bowie. 




Cuma, Ekim 16, 2015

Yeniden Serpin ya da A’mak-ı Hayal


Özgür Uçkan'ın anısına

Geçen yıl Eylül ayıydı, Enis Batur’un Bilgi Üniversitesi’nde bir atölye yürüteceğini öğrendim. ‘İmgeyi Kazmak, Yazmak’ başlığı beni can evimden vurdu vurmasına ama, ben –sanırım herkes gibi- Enis Batur’u tanıyabileceğime sevindim, daha çok. Kaydımı yaptırdım, şimdi nedendi çıkaramıyorum, ilk hafta derslerine katılamadım. İkinci hafta gittim, dersler bitti, Enis Batur salonu terketti, ben de arkalarından çıktım. Merdivenlerden inerken, aklıma Enis Batur’un Cemal Süreya’nın Güz Bitigi kitabının yayımcısı olduğu düştü. (Enis Batur derste, sanat tarihinde ‘giyotin’ imgesi üzerinde gezinirken, Süreya’nın Göçebe şiirine de uğramıştı —ders aralarında sormak aklıma gelmedi.) Kendimi durduramazdım, kendilerine sordum: “Enis bey, siz Güz Bitigi'nin yayımcısısınız, bildiğiniz gibi kitap Serpin ile Nuri için yazılmış. O iki genç, sahiden, var mıydılar?” Enis bey tereddütsüz “Vardılar tabiî.” tok yanıtını verince olanları da tam hatırlayamıyorum... Bir ezginlik, bir yılgı, tarifi güç bir utanç duygusu... Bu blogda, hepitopu beş on metin kaleme almış, göndermiş, hiç değilse yeni bir şeyler söylemeye çalıştığını, hiç değilse sadece dürüst davrandığını sanarak avunan bir blogger müsveddesinin, dahası, son iki yazısını namus borcu sayarak yazmış, işin aslını bir bilenden öğrenesiye Serpin ile Nuri’nin kendisine göründükleri sanrısıyla yaşamış bi acâyip adamın, ne türden bir bozguna uğradığı, bilmem oradan duyulur mu?

Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, o iki gencin son yıllarında "Cemal’e" maddî-manevî destek olduklarını bildiğini, ama onları hiç görmediğini söyledi Enis bey yürürken. Ben de, can havliyle, çok bozulduğumu, Serpin ile Nuri’nin kurmaca karakterler olduklarını sandığımı, durmayıp bunu ileri sürdüğüm bir deneme yazdığımı, eğer görmek isterlerse yazıyı kendilerine ulaştırabileceğimi söyledim. Sağ olsunlar, teklifimi severek kabul ettiler. Eve varır varmaz makineyi açtım, yazıyı yolladım…

Ertesi hafta, bunu iyi anımsıyorum, bahçedeki yavru kedilerden biri hastalanmıştı, onu bırakamayınca, derslere gene katılamadım. Son hafta, ders öncesi bir sigara içmek için balkona çıktım. Enis Batur mail’ime doğal olarak bir yanıt vermemişti, bense doğal olarak Enis Batur’un yazıyı okuyup okumadığını, okuduysa ne düşündüğünü ölesiye merak ediyordum. Balkona çıktığımda Enis bey sigarasını içiyordu, göz göze geldik, kendisini başımla selamlıyordum ki o an hiç beklenmedik bir biçimde “Çok iyi yazı!” diyerek bana yöneldi ve beni oracıkta ikinci kez sersemletti. Böyle bir ânı 3-5 yıl önce yaşamış olsaydım yerden kesilir miydim, kesinkes kesilirdim. Yazmak için içimde korumaya çabaladığım kısık ateş iyisinden harlanır mıydı, harlanırdı. Gelgelelim, hem uzuncadır yazmıyordum, hem de o yazı ister Bilge Karasu’nun gözünde iyi olsun ne fayda: yazının bel bağladığı iddia uçtan uca bir yanılsamadan ibaretti, olacak iş değildi. Abarttığımı düşünen düşünür, benim için geri dönüşü olmayan bir yanlıştı bu. ‘Yazar’, yazdıklarını gün gelir, bozar. Ancak burada ‘iyi yazı’ ölçütlerinin dışına taşan bir durum var, sanıyorum: İnancı/güveni sarsan boyutunu görmezden gelebilirim, yanılmış olmak değil mesele: aynanın kırılması var.

Enis beye teşekkür ettim, korkarak sordum: “Ama, gerçektiler, değil mi?” – “Olsun. Belki alta küçük bir not ekleyebilirsin… Hem, Gerçek nedir ki?”

Enis Batur'un sorusu şüphesiz yerindeydi. Neticede mevcut gerçekler ile fayda-zarar ilişkisini keseli uzun zaman oluyor. Her okur, kendi gerçeğini de okur, biliyorum. Her metin kendi gerçeğini getirir, güzel. O küçük notu yazının sonuna eklemek için defalarca oturdum makinenin başına, ekleyemedim: “Ey okur! Sen bana bakma, ben atıp tutarım işte böyle. Yaşamımın en karanlık döneminden söz ettim sana, belki anlamışsındır. Enis Batur’dan öğrendim: Serpin ile Nuri gerçekten yaşamış, kanlı canlı iki genç kişi imiş meğer. Yanılmışım.”

Aylarca bekledim. Hiçbir şey yapmadan, öylece bekledim. Bozguna uğramıştım ama bir dalım vardı tutunacak: Enis Batur da Serpin ile Nuri’yi hiç görmemişti, tıpkı benim gibi. Yanılıyor olabilir miydi ki? Daha doğrusu, bu soy şakalar yapmayı seven Cemal Süreya, çevresindeki herkesi olduğu gibi, Enis Batur’u da inandırmış olabilir miydi? Evet, düşük bir ihtimal de olsa, ufak çaplı bir soruşturmaya girişmenin en doğru yol olacağına karar verdim bir gün: Serpin ile Nuri’yi gören/tanıyan birilerini bulmalıydım:

Önce -kolayıma geldiği için- Cemal Süreya’nın ikinci eşi Zuhal Tekkanat’a ulaştım. Zuhal hanım, Cemal Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, onları bizzat hiç görmediğini, tam emin olamamakla birlikte Serpin ya da Nuri’nin geçtiğimiz yıl vefat eden Vecihi Timuroğlu’nun gelini/damadı olduğunu söyleyerek, Vecihi beyin eşi Aysel hanımın telefonunu verdi. Aysel hanım, Zuhal hanımın yanıldığını, Serpin ya da Nuri’yi tanımadıklarını, ancak belki Cemal Süreya’nın yakın dostu Muzaffer Erdost ya da Ahmet Say’ın bunu bilebileceklerini söyledi. Mamafih, onlar da Serpin ile Nuri’yi hiç duymamışlardı…

İlk yazıda Serpin ile Nuri’nin olmadıklarından öylesine emindim ki, yalnızca bir kısmını alıntılamakla yetindiydim, Günler’deki ilgili bölümlerin: Merak eden bakacaktır diye düşündüm: Örneğin, 876. Gün, bir kitap getirir Nuri: "Bazı yerlerin altını çizmiş. Şöyle bir cümleyi tartıştık: "Beni henüz oluşmakta olan karakterler daha çok ilgilendiriyor." ..."

878. Gün, Serpin bu kez Odesa'dadır, oradan yazdığı mektupta sormaktadır: "Balzac, Bayan Hanska'ya tür ayrıntılar neden unutulmuyordu? Yazarı da, roman kişisi gibi algıladığımızdan mı?"

Balzac'ın, Oktay Rıfat çevirisiyle yayımlanan Modeste Mignon romanı, genç bir kadının (Bayan Hanska) bir yazın adamına yazdığı mektuplarla aşka dönüşen 'otobiyografik' bir serüveni anlatır. Anımsatmakla yetiniyor, Siz, Saatleri’nden okuyorum: 'Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?'

Yineliyorum: ‘Serpin ile Nuri’ Cemal Süreya’nın ta kendisidir. Önce o’dur, sonra 'herkes'. Şairin kendi şiirini özetler deyişiyle “Güneşten yırtılmış caz, kavaldan dökülen gökyüzü”dürler. Erkek-Kadın, Ölüm-Dirim, Doğu-Batı, Eski-Yeni, Hayal-Gerçek, Rüya-Gerçek ikilikleri, Serpin-Nuri ile içiçe geçer, gövde kazanır. Tıpkı, Behçet Necatigil çevirisiyle yayımlanan, Sadık Hidâyet’in dev romanı Kör Baykuş’ta olduğu gibi: ‘Nuri’nin Amerika’dan yolladığı Kör Baykuş’u okurken bir elimde de Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i bulunsun istiyorum nedense. Sanki ikisini birlikte okursam daha iyi olacak.’ (641. Gün)

Kazıyı sürdürebilirim, sürdürmeyeceğim.

Aslında, bunları yazmadan, Cemal Süreya’nın o derinlikli biyografisinin yazarlarından Nursel Duruel’den, 'Bayan Nihâyet' Birsen Sağnak'tan, belki Özdemir İnce’den, hatta Ülkü Tamer’den, ola ki Selim İleri’den sorulabilir(di) bir de Serpin ile Nuri: gerek duymadım — Universal Studios, Paramount Pictures gibi köklü kimi yapım şirketlerini arayıp, seksenli yıllarda kısa bir süre Antiller'de bulunmuş Serpin adlı bir senaryocu bayanın Jamaica senaryosunu satın alıp almadıklarını sormak, aklımdan geçmedi doğrusu...

Güz Bitigi, uçuşa elverişli kitap, diyorum.

Şakası yok.




Cumartesi, Şubat 22, 2014

Mitos



Son yazımın son cümlesinde kullandığım sözcük beni epey huzursuz etmişti. Ne ile değiştirmeli, aylarca kafa yordum buna. Bulamayınca, madem yazmış bulundum, hiç değilse üstünü çizeyim dedim. Serpin gitti ve bir daha dönmedi.

Adını Cemal Süreya’nın yalnızlığından aldı Serpin. Ona gözüm gibi baktım. Gözlerim dolardı onu öperken. Gün gelip de buralardan ayrılmaya karar verdiğinde, benim de 50’li yaşlarımda olacağımı hayal eder, o gün onunla beraber çekip gitmenin güzel olacağını düşünürdüm. Severdim de bu düşünceyi. Esenlik verirdi bana, güçlü hissederdim. Serpin bana esenlik verirdi.

Çok da iyi bilmediğim Kadıköy’ün sokaklarında onu haftalarca aradım. Bomboş sokakların gri birer çizgi halinde önümde uzadığı, evleri ve her şeyi siyahî siluetlere dönüştüren günler. Üçüncü gece yan sokakta karşıma çıkıveren, adını seslenince koşarak gelip bacaklarıma sürünen güzel kedi. Seni nasıl unuturum? O sendin Serpin, gördüm seni.

Duvarlarda ilanlar: Kayıp kedi Serpin. Bu duvarlara bu ilanları kim asmış? İşte bana bakıyor: En sevdiği kırmızı kanepesine tüm yumuşaklığıyla uzanmış, bu evdeki tek güzellik benim diyen o meşhur pozunu vermiş, hep bana bakıyor. Telefonlar: “Evet evet, çok benziyor Serpin’e. Cemal Süreya Sokak’tayım şu anda...”

Yine geldiniz mi yan yana Cemal ağbi? Onu ne çok özlüyorum... Tanığımızsın Cemal ağbi. Bir zamanlar oturduğun evin penceresinden her gece. Sarraf Ali Sokak'ın köşesindeki kahvenin camında resmin, her gece. Hiçbir şeyim yoktu akıp giden sokaktan başka, sen de gördün Cemal ağbi.

Serpin bir gün dönecek. Ben iyiyim. Artık ölüm gelmiyor aklıma Cemal ağbi.