I
Tanrı sevdiklerini gereksiz okumalardan korusun.
Lavater
Sevgili okuyucu, romanıma sana küçük bir itirafta bulunarak başlamak istiyorum: ben roman okumayı sevmem. Yine de, pek çok romanı okumaya heves etmiş, yalnızca birkaçını bitirebilmiş, -itiraf değil bu bir uyarıdır- birçok romanla kitapçılarda, kütüphanelerde, internette karşılaşmış ya da birilerinin kitaplığında, başucunda, şurda burda onlara rastlamış, çekip çevirmiş, karıştırmış, kimi romanlardan uyarlanan filmleri görmüş, pek çok roman ve romancının da adını duymuş birisi olarak, kimi giriş cümleleri üzerinde çalışmadım değil, çalıştım. Bugüne kadar hep gelişine yazdığımdandır, bir roman yazacaksam şayet, o romanın da bana gelmesi gerekirdi. Görüldüğü üzre, bana ne böyle bir roman geldi, ne de bir giriş cümlesi. Gelir gibi olan cümleler oldu; tamam, gerisini ben hallederim diyeyazdıklarım oldu, şık girişler, süslü girişimlerim oldu, beni neşelendiren, yüreklendiren, kıpırdatan, hop oturup hop kaldıran cümlecikler oldu, fakat hiçbirisi, bir romanı tek oturuşta yazdırabilecek ivmeyi sağlayamadılar bana. Bu edebi çalışmalarımı, kitabın sonuna, havalı duracakları düşüncesiyle, koyuyorum.
İlk cümle çok önemliydi. İnternette dolaşan En İyi 100 Giriş Cümlesi listelerini bulup tek tek taradım. Kimi cümleleri anımsadım, birçoğunu ilk defa gördüm, bazılarını sevdim, yalnız bir tanesini çok sevdim: Ishmael deyin bana. Moby Dick’i derhal indirdim kitaplıktan. Ağbim eliyle Eylül 97’de evimize girdiği anlaşılan bu kitap, kendisi yüksek öğrenimi için Kanada’ya gittikten ve bir daha dönmedikten sonra tarafımca yağmalanmış binlerce kitaptan birisidir. Söylememe gerek yok, okumadım. 44. sayfasında bıraktığım anlaşılıyor arasına sıkıştırdığım uçak bileti parçasından. Ne hoş, 7 yıl önce yine bir Eylül günü, Ankara-İstanbul seferi, TK 7245. Deniz romanına fazla kaptırırsam havada vurgun yiyebilirim diye mi düşündüm acaba? Hayır. Bakın ben sizi uyarmıştım, bu romanları horgörmeye yeltenecek kadar sersemlemedim henüz. Okumaya değer bulmadım, beş para etmez, yerin dibine geçsin hepsi diyecek olsaydım, öyle söylerdim. Okumadığımı, okuyamadığımı söylüyorum, o kadar. Zaten bu böyle giderse, ilerleyen sayfalarda neden okuyamadığım, neden bu kadar sığ ve lüzumsuz bir adam olduğum konuları da açıklığa kavuşacaktır, seziyorum. Nasıl, daha iyi mi böyle? Hoşuna gitti mi kendimi yermem? Kendine aşağılık bir sıfat takıştırınca artık her haltı yemeye yüz bulduğunu sanan o yılışık madrabazlara benzedim mi biraz? İyi. Seni son kez uyarıyorum, sevgili okuyucu: Bir daha işime burnunu sokmaya kalkacaksan eğer, sen de benim gibi yap ve yol yakınken bırak bu kitabı elinden.
Sizlere iyi bildiğim konulardan söz etmek isterim elbette ama ben hiçbir konuda yeterli bilgiye sahip değilim ve roman yazmaktaki asıl amacım daha iyi bir insan olabilmektir. Kendimi açmak ve aşmaktır. Taşmaktır. Koşmak ve kaçmaktır. Ya da en iyisi gelin, Cioran'ın dediği gibi, şeytan dürttü diyelim.
Bitirdiğimde, yazdıklarımın bir roman olabileceğini düşünürsem eğer, yayımlansın ister miyim, bunu şimdiden kestiremiyorum. Ama sen bu satırları okuduğuna göre her nasılsa bir yayınevine ulaşmış, bu bir çırpıda yazıldığı iddia edilen saçmalıkların okunabileceğini düşünen alkolik bir yayımcı, başıma bir editör tayin etmiş, burnumun enikonu sürtülmesi gerektiğini, kimi bölümlerde çizmeyi büsbütün aştığımı, buna artık çizmek değil sıvamak deneceğini (yayımcı burada kötü bir kelime oyununa mı başvuruyor yoksa körkütük cahil mi, kestiremiyoruz), oraları elden geçirebilir, iyisi mi çıkarabilirsem, bunun basılabileceğini, hem milletin neler yazdığını, okunduğu sürece basılmasında hiçbir sakınca görmediğini, bir akşam tamamı kadınlardan oluşan yayın kurulundaki arkadaşlarıyla bir rakı sofrasında paylaşmış, gece boyunca buna karşı çıkan yayınevinin çakırkeyif çalışanları, çıkıştaki çorbacıda çene çalarken çarçabuk çark etmiş, böyle kendini beğenmiş, böyle şımarık bir yazar namzetine haddini bildirme fırsatı elde edebileceklerini umarak –aslında o haddinibilmezi yakından tanımak arzusuyla- yayımcıya hak vermiş olmalılar. Yazık. Bu dosyayı senin ikâmet yahut e-posta adresine göndermeyeceğim kesin olduğuna göre, senin şu an benim evime gelmiş, benim çalışma koltuğuma kurulmuş, ben arkanda sigara içerek dolaşır, senin monitöre vuran biçimsiz siluetinden manalar çıkarmaya çalışırken, senin inadına suskun kalıp, kendini bir halt sanan adamı güzel gidiyor diyerek iyice kışkırtmanın yersiz olacağını düşünen bir budala olman gerekirdi. Ben sana nasıl buldun diye sorana kadar, sanki birazdan Pegasus ödülünü açıklayacakmış gibi işe sözümona gerilim katmaya çalışıp, yüzüme bile bakamadan zor belâ bir fena değil lutfetmen gerekirdi senin. Ciddi bir okursan, ki benim koltuğuma oturduğuna göre başka türlüsü düşünülemez, işe böyle koyulursam içinden çıkamayacağımı, kimsenin böyle sözlere tahammül etmeyeceğini, tıkanacağımı düşünecek, ve belki daha da ileri giderek, Sterne’in Tristram’ından dem vurmaya kalkışacak, o romanı mutlaka okumam gerektiğini tavsiyeleyecek, bunları yayımlamayı düşünmüyorsam, o zaman neden romana sevgili okuyucu diye başladığımı soracak ve çok geçmeden bu sorunun budalaca olduğunu, kendi kendine anlayacaktın. Ama eğer ciddi bir yazarsan, sevgili okuyucu, ateşle oynadığımı, benim Tristram’ı okuduğumu, 1574-1656 yılları arasında yaşamış din adamı ve ahlak felsefecisi Joseph Hall’dan aktarımıyla “Kişinin kendisini övmesi iğrenç bir şeydir” diyen Sterne’e istesem de benzeyemeyeceğimi, her şeyden evvel arada korkunç bir kültür, ilim, irfan, görgü ve mizaç farkı bulunduğunu, dahası kimsenin benim gibi bir amcası olmasını istemeyeceğini* çoktan kavramış olacaktın.
Sürdürüyor, Sterne: “Öte yandan, ustaca kotarılmış bir iş, gereğince ortaya konulmamışsa, bence, kişinin kendini yaptığı işin onurundan mahrum bırakması ve bu işi bir fantazi olarak kafasında çürümeye terk edip bu dünyadan çekip gitmesi de bir o kadar iğrençtir.”
Sterne’in romanını okumadığım için başkaca bir şey söyleyemem, ancak vurgulamadan geçilemeyecek nokta, kendini bunca koruma gayreti göstermiş böyle nüktedan ve zarif bir yazarın bile kitap yayımlandıktan sonra ipe sapa gelmez saldırılara uğramış oluşudur.
Şimdi olağanüstü romanımı artık tek oturuşta yazabilirim, sanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder