Cuma, Nisan 27, 2012

Dehşet bir Deneme

(Ayna filminden, Andrey Tarkovski)

enis batur için, enis batur gibi, gibi

3.420.000 kayıt getiriyor Google sorgusu dehşet’in. Sonuna bir ‘i’ eklediğinizde: 11.700.000. Sokaklarda karısını bıçaklayan insan bozuntularından pitbullara, onlarca kişiyi yutan doğal afetlerden kamyonlara, motosikletlere kadar oldukça geniş bir yelpazeye saçılıyor dehşet.

Seviyoruz dehşet'i. 80’lere gönderme yapan kan kardeşi ‘panik’ kadar ağızlara dolaşmasa da, sinema sektöründe can simidi görevini beraberce sırtlandığını biliyoruz. Otelde Dehşet, Hastanede Dehşet, Baloda Dehşet hepimizin gördüğü başyapıtlar mutlaka, gelin görün ki Alien’ı ‘Uzayda Dehşet’ diye çevirmek, kötü bir şaka. “Gerilimlere panik, korkulara dehşet, ne âlâ memleket..”

(Aklıma Peter Randa’nın çocuklar için yazdığı “Uzayda Dehşet: Tora” [Tora: Horror in Space, insaflı çeviri] adlı bilimkurgu romanı geliyor şimdi. Ağbimindi bu kitap, okumadım. Asıl adı Andre Duquesne olan Fransız yazar, meğer Peter Randa dışında Jacques Alain, Urbain Farrel, Herbert Ghilen, Jules Hardouin, Jim Hendrix, Henri Lern, Andre Olivier, H.T. Perkins, F.M. Roucayrol, Diego Suarez, Jehan Van Rhyn, Percy Williams takma adlarını da kullanmış: dehşete kapıldım.)

Yalan yok, ilgi çekiciliği tartışılmaz dehşet'in. Onca hoyrat kullanıma rağmen anlamı bozunmayan güçlü sözcük. İngilizce karşılıkları ‘terror’ ve ‘horror’ın insanın üzerine üzerine yürüyen hırıltısı, ‘dehşet’te durgunluğun birdenbire yırtılışı. İster olumlu ister olumsuz, ruhdurumunun iki ucuna da erişebilirsiniz onunla. Ses benzeri ‘behçet’, ‘sevinç’ demek oysa. Ne ki, orada da tutamamışız kendimizi: 'Parçala Behçet'.

İki dize: an gelir şimşek yalar / masmavi dehşetiyle siyaset meydanını - Attilâ İlhan. Bir son cümle: Onu dehşet özlüyorum. -Enis Batur, ‘Yusuf Atılgan, bir Profil Denemesi’

Acaba neden: dehşet saçar, dehşete düşer, dehşetle karşılar, dehşetten donar, dehşeti yaşar, yaşatırız da; türkülerde ve atasözlerinde rastlamayız dehşet’e?



Çarşamba, Nisan 18, 2012

Hayalet Avcıları III



Yukarıdaki ilanlardan ilki, 2008 yılı başlarında portfolyoma attığım, kimi ajanslara da CV niyetine sunduğum, yayınlanmamış, uydurma bir iş. Reklam yazarlarının hepsinin cebinde bulunur böyle şeyler, bulunmalıdır. Gelgelelim, bulmak çetrefilli icraat. 

Yaratıcılığın zekâ ile doğrudan ilişkili bir ehliyet olmadığı, Amerikalı psikiyatrist Lewis Terman’ın başlattığı IQ’su yüksek bir grup çocuk (“Termitler”) üzerindeki gözlemlerle kanıtlı bugün: Seksen yılın sonunda, içlerinden yalnızca birkaçı yaratı evreninin yolunu tutacaktı.

Zekâ ile kurnazlık ise yanyana durur neredeyse. Karga gibi zekâsıyla ünlü o cingözü bile ağacın dalında ağzı açık umarsız bırakan Tilki cenapları, sempatiktir. Kestirmesi çok güç: La Fontaine üçyüzelli yıl aradan sonra bugünü görseydi; dersini almış kargaların yerine, hinoğluhin tilkilerin çoğaldığına şaşırır, iç çeker miydi acaba? Tilkiler, zekidir. Tabii burada zekâyı “ne kadar zekisin!” anlamıyla kullanıyorum.

‘Yaratıcı Beyin’ kitabının yazarı Dr. Nancy Andreasen basitçe tanımlıyor: “Yaratıcılık, yaşama yepyeni bir gözle bakabilme ve bunu kullanarak güzel veya işe yarayan şeyler ortaya çıkarabilme yeteneğidir”. Buna göre reklamcılığın yaratıcılıkla bir ilgisi olmadığı sonucuna da pekala varılabilir. Öyle ya, reklamcılık yaratıcılığın da devreye girdiği bir formulasyon işidir ne de olsa. Yaratıcı insanlar, evet bu mesleği daha iyi sürdürebilirler, ancak reklamcılık bir yaratıcılık eylemi değildir, bunu söylüyorum. Son ürünün işe yarar olup olmadığı şöyle dursun, keyfekeder ortaya konmayan hiçbir ürün için yaratıcılıktan söz edilemez, ekliyorum. Reklam yazarı distilasyon kimyageridir, abartmıyorum.

Dedim ya, sahiden de çetrefildir bulmak. Arayan Mevlâ’sını da bulur belâsını da, iyilik eden iyilik bulur, karga aldanır tilki yolunu bulur, eden bulur inleyen ölür, iz bulunur, “Buz bulunur”, hatta hak bile yerini bulur da bazen oturursunuz makinenizin başına, yazacak şey bulamazsınız...

Öteki ilanın yaratıcılarını teker teker alınlarından öpüyorum.


Reklam ajansı: ALICE BBDO, Istanbul, Turkey
Yaratıcı Yönetmen: Ali Göral
Art Direktör / İllüstratör: Arda Albayraktar
Metin yazarı: Ali Göral
Diğer ekip üyeleri: Evren Doğrar, Kutlay Sındırgı
Yayın tarihi:  Aralık 2008



Perşembe, Nisan 05, 2012

Kum


Bugün pastaneye gittim. Çalıştığım zamanlar uğrardım buraya. Önünden geçerken, bodrum katın havalandırmasından yükselen o yekpâre pasta-çörek kokusu midemi kaldırır, adam gibi kahvaltı etmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi çarpardı suratıma her sabah.

Öğleden sonra havalandırmayı kapatıyorlar demek. Pastacı gece çalışıyor tabii. Şimdi, içerde mi uyuyordur ki?

- Buyrun efendim, hoş geldiniz.
- Hoşbulduk. Ponçik kalmadı mı?
- Ponçikkk...kalmamış efendim. Ay çöreği verelim?
- Yok, yemem.

Plastik yüznumara terliği de giyiyor mudur acaba? Birden, un içinde yüzügözü bembeyaz pastacı geldi gözümün önüne. Ağzında sigarası, hareketleri miskin koalalar gibi aheste, çömelmiş, bir eliyle bıyıklarını düzeltiyor, dalgın, uzaklara bakıyor. İyi ama bu bir fırıncı değil mi? Pastacının kırmızı gözleri, beyaz muşamba önlüğü, kaset yuvası anteni kırık, pilleri sarkık unbeyaz radyosu, dilinde yanık türküleri olur bir defa.

- Sigara içilmiyor değil mi burda?
- Dışarda içiliyor efendim?
- Ha, masaları attınız mı. O zaman bana bir çay, bir de... Şu ne? Ponçik değil mi o?
- Hangisi? Hayır, onlar boşnak bezesi.

Bodrum katta pasta yapmak — fena metafor değil aslında. Sigara içmeye de çıkar mı ki şimdi usta kapının önüne... Çıksa, hemen yan apartmanın girişindeki basamaklara oturur kesin. Efkârlıdır, şüphesiz. Ama keyiflidir de, çalıştığı için. Çok çalıştığı için. Alçakgönüllüdür, belli etmez hiç, ama ağır top olduğunu da bilir. Koca dükkan onun eline bakıp duruyor ne de olsa...

- Bir çay daha?
- Alayım.

Bembeyazdır teni. Bahar, imalathaneye henüz gelmemiştir, geldiği de pek öyle görülmemiştir ya: Bir gün mutlaka gelecektir. Neden bunları düşünüyorum ki ben? Sana ne o’lum pastacıdan? Bir ayniyat yakaladın diye ordan hikâye devşirmeye heves ettin ama vazgeç, yemezler. Hem besbelli kitap okuduğun falan da yok senin, kim bilir kaç kere yazmışlardır bunları. Birazdan küçük bir çocuğu annesiyle yan masaya da oturtursun sen şimdi, şımarık piç pastayı beğenmez yere atar, pastacı da görür, içinden küfreder, hüzünlenir. Hüzünlenir mi, küfür mü eder? Bu kadar şahsiyetsiz bir kurguyu bile tutturamadın gördün mü, hâlâ ne öyküsü, ne masalı? Yürü git bak in şu yokuştan aşağı, Tophane-i Amire'de Mehmet Aksoy’un sergisini bir gez hadi sen. Kaçıracaksın gene güzelim sergiyi. Ulan iki adımlık yol hem de. Dali’ye de gitmiyordun az daha. Salak herif. Çık ordan, geç karşıya, İstanbul Modern, oraya da bak. Neymiş, beleş diye incisözlük sikertmesi falan olabilirmiş bugün orda, gitmezmiş. O’lum, senin kadar salak bir adam daha görmedim ben ömrümde.




[Kedikumu (2011), Acouistic, Çev: Kâmuran Şipal. İstanbul: YKY s.453]