tag:blogger.com,1999:blog-176943182024-03-07T22:22:08.915+03:00kedikumu / çok acaip..kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.comBlogger143125tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-13463910435618868102016-01-12T03:04:00.006+02:002023-09-25T23:50:29.484+03:00Happy Birthday David Bowie<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp7iwfvRH1MkxhV8dQSc3nG2uqKOV1OxLjKzbR0VlUaP-ackzlu8V2YUv-V39oknGn4kaJL9V2nfQ5pEQUJ0sybdGReb9PjkxubvhGm-XQWOfFqDfNSUMjTvhiTzDB93AKCuXZ/s1600/david_bowie.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="281" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp7iwfvRH1MkxhV8dQSc3nG2uqKOV1OxLjKzbR0VlUaP-ackzlu8V2YUv-V39oknGn4kaJL9V2nfQ5pEQUJ0sybdGReb9PjkxubvhGm-XQWOfFqDfNSUMjTvhiTzDB93AKCuXZ/s400/david_bowie.jpg" width="400" /></a></div><div style="text-align: center;"><br /><br /></div>
<div class="MsoNormal">
The Man Who Sold the World'ü yazdığında çoktan <i>ölmüştü</i> Bowie. İki gecedir, Lazarus’un lirikleri ekranımda açık,
ara ara bakıyorum, videoklibi döndürüyorum: ölüp ölüp <i>diriliyor</i> Bowie. </div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Süreya’nın, son kitabında -bütün som şairler gibi- <i>öte dünya</i>dan seslendiğini, <i><span style="background: white;">I thought you died alone, a long long time ago</span><span style="box-sizing: border-box;">, </span></i><span style="background: white;">kendisine <i>yukarıdan </i>baktığını, <i>Look up here,
I'm in heaven, </i>yazılara eklemediğime hayıflanır oluyorum gene, yaz diyorum:
bak bunu bu gece yaz…<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;">Sabah oluyor. David Bowie’nin ölüm haberi düşüyor ekrana. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;"><br /></span></div>
<span style="background-color: white;">Sarsıcı: Bir sanatçının ölümüne tanık olmuyoruz; bir </span><i>ölüm performansı</i><span style="background-color: white;">nın katılımcıları,
oyuncularıyız bu kez. Az şey mi: Gerçeği de gerçeğini de kucağımıza bırakarak gitti Bowie. </span><br />
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="background: white;"><br /></span></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-17823303934006560602015-10-16T23:29:00.011+03:002023-12-10T18:09:11.215+03:00Yeniden Serpin ya da A’mak-ı Hayal<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxdjxh2CBB4ZSiiBk-htDlIt-1TwuGtgYBje0QDi-Waz89o3Fcc7jf5u4MY8VQv_Pi7wX5ElN4m8kdZoRuOby6R_JVGfzYn26IkDN5czdtiL4KBtHKDYRVze-fGNfEFZPYUmKR/s1600/serpin_nuri.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="325" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxdjxh2CBB4ZSiiBk-htDlIt-1TwuGtgYBje0QDi-Waz89o3Fcc7jf5u4MY8VQv_Pi7wX5ElN4m8kdZoRuOby6R_JVGfzYn26IkDN5czdtiL4KBtHKDYRVze-fGNfEFZPYUmKR/s400/serpin_nuri.jpg" width="400" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: right;">
<i>Özgür Uçkan'ın anısına</i><br />
<i><br /></i></div>
<div class="MsoNormal">
Geçen yıl Eylül ayıydı, Enis Batur’un Bilgi Üniversitesi’nde bir atölye yürüteceğini öğrendim. ‘İmgeyi Kazmak, Yazmak’ başlığı beni can evimden vurdu vurmasına ama, ben –sanırım herkes gibi- Enis Batur’u tanıyabileceğime sevindim, daha çok. Kaydımı yaptırdım, şimdi nedendi çıkaramıyorum, ilk hafta derslerine katılamadım. İkinci hafta gittim, dersler bitti, Enis Batur salonu terketti, ben de arkalarından çıktım. Merdivenlerden inerken, aklıma Enis Batur’un Cemal Süreya’nın Güz Bitigi kitabının yayımcısı olduğu düştü. (Enis Batur derste, sanat tarihinde ‘giyotin’ imgesi üzerinde gezinirken, Süreya’nın Göçebe şiirine de uğramıştı —ders aralarında sormak aklıma gelmedi.) Kendimi durduramazdım, kendilerine sordum: “Enis bey, siz Güz Bitigi'nin yayımcısısınız, bildiğiniz gibi kitap Serpin ile Nuri için yazılmış. O iki genç, sahiden, var mıydılar?” Enis bey tereddütsüz “Vardılar tabiî.” tok yanıtını verince olanları da tam hatırlayamıyorum... Bir ezginlik, bir yılgı, tarifi güç bir utanç duygusu... Bu blogda, hepitopu beş on metin kaleme almış, göndermiş, hiç değilse yeni bir şeyler söylemeye çalıştığını, hiç değilse sadece dürüst davrandığını sanarak avunan bir blogger müsveddesinin, dahası, son iki yazısını namus borcu sayarak yazmış, işin aslını bir bilenden öğrenesiye Serpin ile Nuri’nin kendisine <i>göründükleri </i>sanrısıyla yaşamış <i>bi acâyip</i> adamın, ne türden bir bozguna uğradığı, bilmem oradan duyulur mu?</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, o iki gencin son yıllarında "Cemal’e" maddî-manevî destek olduklarını bildiğini, ama onları hiç görmediğini söyledi Enis bey yürürken. Ben de, can havliyle, çok bozulduğumu, Serpin ile Nuri’nin kurmaca karakterler olduklarını <i>sandığımı</i>, durmayıp bunu ileri sürdüğüm bir deneme yazdığımı, eğer görmek isterlerse yazıyı kendilerine ulaştırabileceğimi söyledim. Sağ olsunlar, teklifimi severek kabul ettiler. Eve varır varmaz makineyi açtım, yazıyı yolladım…</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Ertesi hafta, bunu iyi anımsıyorum, bahçedeki yavru kedilerden biri hastalanmıştı, onu bırakamayınca, derslere gene katılamadım. Son hafta, ders öncesi bir sigara içmek için balkona çıktım. Enis Batur mail’ime <i>doğal olarak</i> bir yanıt vermemişti, bense <i>doğal olarak</i> Enis Batur’un yazıyı okuyup okumadığını, okuduysa ne düşündüğünü ölesiye merak ediyordum. Balkona çıktığımda Enis bey sigarasını içiyordu, göz göze geldik, kendisini başımla selamlıyordum ki o an hiç beklenmedik bir biçimde “Çok iyi yazı!” diyerek bana yöneldi ve beni oracıkta ikinci kez sersemletti. Böyle bir ânı 3-5 yıl önce yaşamış olsaydım yerden kesilir miydim, kesinkes kesilirdim. Yazmak için içimde korumaya çabaladığım kısık ateş iyisinden harlanır mıydı, harlanırdı. Gelgelelim, hem uzuncadır yazmıyordum, hem de o yazı ister Bilge Karasu’nun gözünde iyi olsun ne fayda: yazının bel bağladığı iddia uçtan uca bir yanılsamadan ibaretti, olacak iş değildi. Abarttığımı düşünen düşünür, benim için geri dönüşü olmayan bir yanlıştı bu. ‘Yazar’, yazdıklarını gün gelir, bozar. Ancak burada ‘iyi yazı’ ölçütlerinin dışına taşan bir durum var, sanıyorum: İnancı/güveni sarsan boyutunu görmezden gelebilirim, yanılmış olmak değil mesele: <i>aynanın kırılması</i> var.</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Enis beye teşekkür ettim, korkarak sordum: “Ama, gerçektiler, değil mi?” – “Olsun. Belki alta küçük bir not ekleyebilirsin… Hem, Gerçek nedir ki?”</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Enis Batur'un sorusu şüphesiz yerindeydi. Neticede <i>mevcut gerçekler</i> ile fayda-zarar ilişkisini keseli uzun zaman oluyor. Her okur, kendi gerçeğini de okur, biliyorum. Her metin kendi gerçeğini getirir, güzel. O küçük notu yazının sonuna eklemek için defalarca oturdum makinenin başına, ekleyemedim: “Ey okur! Sen bana bakma, ben atıp tutarım işte böyle. Yaşamımın en karanlık döneminden söz ettim sana, belki anlamışsındır. Enis Batur’dan öğrendim: Serpin ile Nuri gerçekten yaşamış, kanlı canlı iki genç kişi imiş meğer. Yanılmışım.”</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Aylarca bekledim. Hiçbir şey yapmadan, öylece bekledim. Bozguna uğramıştım ama bir dalım vardı tutunacak: Enis Batur da Serpin ile Nuri’yi hiç görmemişti, tıpkı benim gibi. Yanılıyor olabilir miydi ki? Daha doğrusu, bu soy <i>şakalar </i>yapmayı seven Cemal Süreya, çevresindeki herkesi olduğu gibi, Enis Batur’u da <i>inandırmış </i>olabilir miydi? Evet, düşük bir ihtimal de olsa, ufak çaplı bir soruşturmaya girişmenin en doğru yol olacağına karar verdim bir gün: Serpin ile Nuri’yi gören/tanıyan birilerini bulmalıydım:</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Önce -kolayıma geldiği için- Cemal Süreya’nın ikinci eşi Zuhal Tekkanat’a ulaştım. Zuhal hanım, Cemal Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, onları bizzat hiç görmediğini, tam emin olamamakla birlikte Serpin ya da Nuri’nin geçtiğimiz yıl vefat eden Vecihi Timuroğlu’nun gelini/damadı olduğunu söyleyerek, Vecihi beyin eşi Aysel hanımın telefonunu verdi. Aysel hanım, Zuhal hanımın yanıldığını, Serpin ya da Nuri’yi tanımadıklarını, ancak belki Cemal Süreya’nın yakın dostu Muzaffer Erdost ya da Ahmet Say’ın bunu bilebileceklerini söyledi. Mamafih, onlar da Serpin ile Nuri’yi hiç duymamışlardı…</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
İlk yazıda Serpin ile Nuri’nin <i>olmadıklarından </i>öylesine emindim ki, yalnızca bir kısmını alıntılamakla yetindiydim, Günler’deki ilgili bölümlerin: Merak eden <i>bakacaktır </i>diye düşündüm: Örneğin, 876. Gün, bir kitap getirir Nuri: "<i>Bazı yerlerin altını çizmiş. Şöyle bir cümleyi tartıştık: "Beni henüz oluşmakta olan karakterler daha çok ilgilendiriyor." ..."</i><br />
<br />
<i></i>878. Gün, Serpin bu kez Odesa'dadır, oradan yazdığı mektupta sormaktadır: "<i>Balzac, Bayan Hanska'ya tür ayrıntılar neden unutulmuyordu?</i> <i>Yazarı da, roman kişisi gibi algıladığımızdan mı?"</i><br />
<i><br /></i>Balzac'ın, Oktay Rıfat çevirisiyle yayımlanan Modeste Mignon romanı, genç bir kadının (Bayan Hanska) bir yazın adamına yazdığı mektuplarla aşka dönüşen 'otobiyografik' bir serüveni anlatır. Anımsatmakla yetiniyor, Siz, Saatleri’nden okuyorum:<i> 'Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?'</i></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Yineliyorum: ‘Serpin ile Nuri’ Cemal Süreya’nın <i>ta kendisi</i>dir. Önce o’dur, sonra 'herkes'. Şairin kendi şiirini özetler deyişiyle “Güneşten yırtılmış caz, kavaldan dökülen gökyüzü”dürler. Erkek-Kadın, Ölüm-Dirim, Doğu-Batı, Eski-Yeni, Hayal-Gerçek, Rüya-Gerçek ikilikleri, Serpin-Nuri ile içiçe geçer, gövde kazanır. Tıpkı, Behçet Necatigil çevirisiyle yayımlanan, Sadık Hidâyet’in dev romanı Kör Baykuş’ta olduğu gibi:<i> ‘Nuri’nin Amerika’dan yolladığı Kör Baykuş’u okurken bir elimde de Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i bulunsun istiyorum nedense. Sanki ikisini birlikte okursam daha iyi olacak.’ (641. Gün)</i></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Kazıyı sürdürebilirim, sürdürmeyeceğim.</div><div class="MsoNormal"><br /></div>
<div class="MsoNormal">
Aslında, bunları yazmadan, Cemal Süreya’nın o derinlikli biyografisinin yazarlarından Nursel Duruel’den, 'Bayan Nihâyet' Birsen Sağnak'tan, belki Özdemir İnce’den, hatta Ülkü Tamer’den, ola ki Selim İleri’den sorulabilir(di) bir de Serpin ile Nuri: gerek duymadım — Universal Studios, Paramount Pictures gibi köklü kimi yapım şirketlerini arayıp, seksenli yıllarda kısa bir süre Antiller'de bulunmuş Serpin adlı bir <i>senaryocu bayan</i>ın Jamaica senaryosunu satın alıp almadıklarını sormak, aklımdan geçmedi doğrusu...</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Güz Bitigi, uçuşa elverişli kitap, diyorum.<br />
<br />
Şakası yok.<br />
<br />
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-50211249024413510522014-02-22T20:57:00.001+02:002023-09-30T20:20:12.093+03:00Mitos<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjt0SRawm5AiAK7r3510DYeF-fIZXapkq11-ZIPRbERUmnmSnyeuf3wdhBdAxE5ez66oSYXiGnAgAyYjfZ0HWcl9Gs7IkVjDU4cJAOAuj4GeIIrrBhyphenhyphensSzvomUBY_EtFRRCOfxV/s1600/serpin.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="268" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjt0SRawm5AiAK7r3510DYeF-fIZXapkq11-ZIPRbERUmnmSnyeuf3wdhBdAxE5ez66oSYXiGnAgAyYjfZ0HWcl9Gs7IkVjDU4cJAOAuj4GeIIrrBhyphenhyphensSzvomUBY_EtFRRCOfxV/s1600/serpin.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<br />
Son yazımın son cümlesinde kullandığım sözcük beni epey huzursuz etmişti. Ne ile değiştirmeli, aylarca kafa yordum buna. Bulamayınca, madem yazmış bulundum, hiç değilse üstünü çizeyim dedim. Serpin gitti ve bir daha dönmedi.<br />
<br />
Adını Cemal Süreya’nın yalnızlığından aldı Serpin. Ona gözüm gibi baktım. Gözlerim dolardı onu öperken. Gün gelip de buralardan ayrılmaya karar verdiğinde, benim de 50’li yaşlarımda olacağımı hayal eder, o gün onunla beraber çekip gitmenin güzel olacağını düşünürdüm. Severdim de bu düşünceyi. Esenlik verirdi bana, güçlü hissederdim. Serpin bana esenlik verirdi.<br />
<br />
Çok da iyi bilmediğim Kadıköy’ün sokaklarında onu haftalarca aradım. Bomboş sokakların gri birer çizgi halinde önümde uzadığı, evleri ve her şeyi siyahî siluetlere dönüştüren günler. Üçüncü gece yan sokakta karşıma çıkıveren, adını seslenince koşarak gelip bacaklarıma sürünen güzel kedi. Seni nasıl unuturum? O sendin Serpin, gördüm seni.<br />
<br />
Duvarlarda ilanlar: Kayıp kedi Serpin. Bu duvarlara bu ilanları kim asmış? İşte bana bakıyor: En sevdiği kırmızı kanepesine tüm yumuşaklığıyla uzanmış, bu evdeki tek güzellik benim diyen o meşhur pozunu vermiş, hep bana bakıyor. Telefonlar: “Evet evet, çok benziyor Serpin’e. Cemal Süreya Sokak’tayım şu anda...”<br />
<br />
Yine geldiniz mi yan yana Cemal ağbi? Onu ne çok özlüyorum... Tanığımızsın Cemal ağbi. Bir zamanlar oturduğun evin penceresinden her gece. Sarraf Ali Sokak'ın köşesindeki kahvenin camında resmin, her gece. <i>Hiçbir şeyim yok</i>tu<i> akıp giden sokaktan başka</i>, sen de gördün Cemal ağbi.<br />
<br />
Serpin bir gün dönecek. Ben iyiyim. Artık ölüm gelmiyor aklıma Cemal ağbi.<br />
<br />
<br />
<br />
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-77378205237648023782013-10-21T23:17:00.003+03:002024-01-11T19:54:39.349+03:00Serpin<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDecQvQSpNHU_3-vg0KPcsRNbxk5el47R1KGTEnKfb6KpjlMMrA9VoKG9u_2uJJ2-MnKHI4vtgtM3ceGI8eBp3Rfr8VXf-a7yJVydKRwYaIyCrinQOEhgIpGu8lihUczxAgQI1/s1600/serpin.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDecQvQSpNHU_3-vg0KPcsRNbxk5el47R1KGTEnKfb6KpjlMMrA9VoKG9u_2uJJ2-MnKHI4vtgtM3ceGI8eBp3Rfr8VXf-a7yJVydKRwYaIyCrinQOEhgIpGu8lihUczxAgQI1/s320/serpin.jpg" width="240" /></a></div>
<br />
Hulki Aktunç, iyi bir kedi adında mutlaka S olmalıdır diyordu bir yazısında. Kedilerin S ile akraba seslere duyarlı olduklarını vurguluyordu ya, ben o yazıyı <i>kediyi bulduktan</i> sonra okudum.<br />
<br />
‘Serpin’ adı ilk kez bir başka şairin, Cemal Süreya’nın güncelerinde çıkmıştı karşıma. Bir de sevgilisi vardı Serpin’in, Nuri.<br />
<br />
Kim ola ki bu Serpin, ve Nuri? Onca değerli şairin yazarın arasında, iki gencin zaman zaman ve üstelik sadece adlarıyla anılıyor olmalarına tutuldum. Kıskandım onları. En çok da Serpin’i. Nasıl kıskanmam, Cemal Süreya’ya mektuplar yazıyordu Serpin, hem de güncelerine girecek kadar güzel mektuplar. Süreya da ona karşı daha bir sevecen görünüyordu. İkisine de öyleydi gerçi ama, Serpin’de Cemal Süreya’nın Kadın’a bakışı da açığa çıkıyor, özetleniyordu sanki.<br />
<br />
Kim ola ki bu Serpin, ve Nuri?<br />
<br />
Günler'den bir gün, <i>396. Gün</i>, ilkin Nuri çıktı ortaya:<i> 'Kokteylden sonra Nuri ile Taksim’e kadar yürüdük.'</i><br />
<br />
Kim olacak, bir dostudur elbet…<i> 508. Gün</i>, gene Nuri: önce Galata Kulesi’nin yanındaki kahvede otururlar, oradan beraber Kasımpaşa’ya yürürler, yürürken Nuri, Aydın Emeç’in ölümünden, Ferit Edgü’den, Füruzan’dan, maliye müfettişlerinden konuşur; Haliç’e iner ve ayrılırlar: <i>'</i><i>O, o tarafa gitti. Ben de Taksim’e.</i><i>'</i><br />
<br />
Kısa zaman sonra, <i>517. Gün</i>, Cemal Süreya bu defa amcası Büyük Memo’nun cenazesi için Kasımpaşa’dadır. Kasımpaşa, derin kederin örtüsü altında, yıkık bir kent görüntüsüdür şimdi. Birden: <i>'</i><i>Nuri aklıma geldi. Aramayacağım. Hem, Nuri, zaten…</i><i>'</i><br />
<br />
15 Mayıs 1986. <i>521. Gün</i>. Tevfik Akdağ’dan Haldun Taner’in ölüm haberini öğrenir Süreya; yeniden yan yana gelir, Ölüm ve Nuri: <i>'</i><i>Bir haftada üç ölümüz oldu. Dahası da var, muhakkak da, biz bilmiyoruzdur. Nuri ile Teşvikiye’de, bir yerde oturduk.</i><i>'</i><br />
<br />
Günler yürür, ikili üçlü buluştukları olur. Kimi bir kahvede otururlar, kimi kitaplardan konuşurlar, derken bir gün Amerika’dan Serpin’in mektubu çıkagelir, Serpin orada senaryo yazmaktadır, Nuri yurda döner…<br />
<br />
<i>Gençler ki yetişmekte</i> diyorum içimden Süreya’nın Flaubert çevirisinden esinle. Merakım büyüyor işte: Öyleyse nerede Serpin ile Nuri, bugün? Neyse ki <i>774. Gün</i>, ağır ağır, bir tuhaflık sezilir gibi olduydu:<i> </i><i>'</i><i>Serpin’i düşünüyorum. Antiller’den mektup atmış. Jamaica senaryosunu kabul etmişler. Nuri’ye benimle mesaj gönderiyor, hayret! Özlemişim Serpin’i.</i><i>'</i><br />
<br />
Buna dayanarak biraz soluklanıyorum fakat, emin olamıyorum, Güz Bitigi’nden dizeler karışmakta oysa güncelere:<br />
<br />
<i>Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar</i><br />
<i>Keşke yalnız bunun için sevseydim seni. (604. Gün)</i><br />
<br />
Günler’de yer bulan iki mektubun arasına <i>(830. Gün)</i> iki cümle girince, pürtelaş kalkıyorum yerimden: '<i>Serpin Brezilya’da. Nuri’ye göre o şimdi Güney Yarımküre’de.</i><i>'</i><i> — </i>Sevda Sözleri’ni (YKY) çekip çıkarıyorum:<br />
<br />
<i>Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada,</i><br />
<i>Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.</i><br />
<br />
Çıkarıyorum da ne oluyor? Dizeleri buluyorum, o 20 şiiri iştahla okuyorum, güncelerdeki düşünceleri, imgeleri, yaşam kesitlerini seçebiliyorum hepsinde: hepsi bu kadar. Olağan buluyorum bunları; şiirlerle günler arasındaki aynalara bakmaktan mesutum, <i>'şairin hayatı şiire dâhil'</i>, görüyorum, gelgelelim sorunun ağırlığından kurtulamıyorum bir türlü. Tanrım, gerçekten…<br />
<br />
<i>784. gün</i><br />
<i><br /></i>
<i>Serpin mektubunda ne anlatmak istiyor?</i><br />
<i><br /></i>
<i>“Bir çay içimi yolculuk, ortak yaşanmış hayat yanılsamasını gerçeğe dönüştürüyor. Uzaklara yolculuk özlemi pekişiyor. Realite yüz değiştirerek geriliyor.</i><br />
<i><br /></i>
<i>“En barışçı adaya ulaşmışken çeperlerde pusuya yatan o sinsi tehdit ne peki? Yaşama korkusunun serpintileri mi? Son yılları püskürük sivriltilerle, adalarla, meteor çukurlarıyla bezeyen özel azman kümesinin eşiğinde kristal yoğunluğundaydı bu korku.” </i><br />
<div style="text-align: right;">
<i>Ağustos 1987</i></div>
<div style="text-align: right;">
<i><br /></i></div>
Yüzde 90 eminim şimdi. Bana öyle geliyor ki, Cemal Süreya birçok şeyi bir arada <i>deniyor </i>burada. Kendisini bir kadının yerine koyarak, kendisine mektup yazıyor bir defa. <i>Amatör </i>bir kalemi <i>canlandırıyor</i>. Öyle ki, 'ustanın gözüne girme telâşı'nı hicveden bir havası var metnin. Kitsch ile Sanat arasına incecik bir çizgi çekiyor, orada müthiş bir denge kuruyor. Hiciv dedim ama, Serpin’e toz kondurmuyor.<br />
<br />
<i>812. Gün </i>geliyor, Cemal Süreya Güz Bitigi kitabını meğer <i>Serpin ile Nuri için</i> yazmış, öğreniyoruz. Yüzde 99, şimdi. Kesinlemek olanaksız, hâlâ.<br />
<br />
<i>868. Gün</i><br />
<i><br /></i>
<i>“…Ayağımın dibine gümüş tellerle işli al bir gelin gömleği serilmiş. Bir zamanlar onu giymiş olanın yüzü yok ortalıkta. Yine de bedeninin kabartıları, sıcaklık dalga dalga yayılıyor. İçi boş kollarının üstüne birer mercan küpe yerleştirilmiş. Beline de örme bir altın kemer...”</i><br />
<i><br /></i>
Bir kısmını alıntıladığım "mektup" için üç olasılık söz konusu, bana kalırsa: Serpin’in mektubu sürüyor olabilir. Serpin’in yeni bir mektubu, olabilir. Ya da ola ki Nuri’dir bu kez, rüyasını anlatan.<br />
<br />
Ne farkeder, bir kuşkum yok artık: Ne Serpin diye birisi var aslında, ne de Nuri.<i> </i>Diyorum, Cemal Süreya tüm '<i>kuzular için'</i> yazmış son kitabını. Siz, Saatleri’nde, şunları söylüyor Serpin ile Nuri'ye: <i>'</i>Saatlerle yaşadınız.<i> Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.</i><i>'</i><br />
<br />
<i>Bir Mineli</i><br />
<br />
<i>Bir mineli altın saat,</i><br />
<i>Bir altın köstek ve madalyon</i><br />
<i>Bir roza maşallah</i><br />
<i>On iki miskal inci.</i><br />
<i><br /></i>
<i>Madalyonunu ve boncuğunu</i><br />
<i>İttim içeri,</i><br />
<i>Gözlerimizin dibi karıştı</i><br />
<i>Dağyollarının uzak dumanı gibi.</i><br />
<i><br /></i>
<i>Ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu</i><br />
<i>Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.</i><br />
<br />
Bir sigara yakıyorum, boynunu ve yollarını düşlüyorum.<br />
<br />
---<br />
<br />
Aylar sonra bir gece, gecenin kara bir hayvan gibi sırtıma çöktüğü o gece, tıknefes, Güz Bitigi’ne sığındım. Kimseye gösteremediğim, görmenin de asla mümkün olmayacağı koyu belâ, günler günler saatler, nasıl, ne yapmalı..<br />
<br />
Başımın üzerinden “<i>Tanığınızım.</i>” diye seslenen ak ışık.<br />
<br />
Sen, Serpin!<br />
Sen Serpin!<br />
bahçemize <strike>şeytanı</strike> sokma sakın.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-75327117496529312752013-07-04T01:45:00.002+03:002014-07-24T14:51:45.748+03:00Yeryüzünde Randevu ve Soyut Bilinç Savaşı, Lâle Müldür<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKqzlVxl7r0GslDxRXjJ9FZw2Qn5dRVTtO_liEW-4dwuOHSGNJBAa9XMEAzOoqtDndr8tzWokF4OhPay4kXVTpsa21VtPLv4O9a-RjMtnDlIVJ8oxoZFRY0CCiV-k5it0IE3-8/s298/lale_muldur.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKqzlVxl7r0GslDxRXjJ9FZw2Qn5dRVTtO_liEW-4dwuOHSGNJBAa9XMEAzOoqtDndr8tzWokF4OhPay4kXVTpsa21VtPLv4O9a-RjMtnDlIVJ8oxoZFRY0CCiV-k5it0IE3-8/s298/lale_muldur.jpg" /></a></div>
<br />
<br />
<i>Lâle Müldür’e geliyoruz…</i><br />
<i><br /></i>
<i>Lâle Müldür, “Anne Ben Barbar mıyım?” (1998) adlı kitabında yer alan konuşmalarında sık sık, Dünya’nın iflas etme tehlikesine, Dünya'nın tinsel çözümlenişine, bugün artık Dünya’ya duyu ötesi kavramların hâkim olduğuna, işaret eder. </i><i>Ortalıkta karton adamların gezindiğini, h</i><i>erkesin çok sıkıcı olduğunu, hepimizin biraz patafiziğe ihtiyacı olduğunu, söyler. </i><br />
<i><br /></i>
<i>Denemeleri, konuşmaları ve kuramsal yazılarıyla kendi şiirini açarken, giderek Şiir'in kendisini, giderek büyük Zaman'ı yalın hatlarıyla ortaya koyan Müldür’ün, yerindeyse "dördüncü boyuta giriş kapısı" diyebileceğim özlü derleme kitabından, Sadık Battal'la olan konuşmasından aktarıyorum: </i><br />
<br />
<i><br /></i>Yeryüzünde Randevu ve Soyut Bilinç Savaşı<br />
<br />
- Son zamanlarda soyut bilinç savaşı diye bir şeyden söz ediyorsunuz. Nedir bu ve nerede yaşanıyor?<br />
<br />
- Dünyada yaşayan insanlar, esasen ruhlar aleminin varlıkları sanki. Önceden tanışıyorlardı ve yeryüzünde bir master planın etrafında karşılaşıp çarpışıyorlar. Sanki roller belirlenmiş ve herkes kendi rolünü oynuyor. Yeryüzünde bir soyut bilinç savaşı yaşanıyor. Ahmet Hilmi Balcı’nın deyimiyle herkes kanlı bıçaklı oldu. Bence Kuran’da buna işaret eden ayetler var.<br />
<br />
“Kafir olanlar ise hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele verirler.”<br />
<div style="text-align: right;">
Kehf (56)</div>
<br />
“Biz o gün onları birbirinin içinde çalkalanır bir halde bırakmışızdır.”<br />
<div style="text-align: right;">
Kehf (99)</div>
<br />
- Bir anlamda ruhların randevusu, ruhların düellosuna mı dönüşmüş yani?<br />
<br />
- Evet. Elbette düelloya dönüşmeyen randevular da yaşanıyor yeryüzünde. Olumlu anlamda ruhların randevusu, belki aşk ya da kardeşlik gibi durumlarla yaşanıyor. Bu transandantal buluşmaları istisna kabul edersek, insanların yaşıyor olduğu hali, genel bir çerçevede, soyut bilinç dediğimiz alanda ruhların düellosu olarak niteleyebiliriz.<br />
<div>
<br />
<br />
<br />
<span style="font-family: inherit; font-size: x-small;"><span style="background-color: white; color: #333333; line-height: 14px;"><br /></span></span></div>
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-36404748369200507842013-07-01T01:30:00.001+03:002013-07-03T23:45:31.773+03:00Geleceğe Dönük Bazı Tahminler, Bertrand Russell<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipu8jiTgdWTZJN0SCS0NQrpKWLxP7CgobY5A0mxuYCbKWWCKdtpTsOyeuP4ZqUOclRt97hknE53gLaPp1327_BnpSlXBRZ7Xp7NtLgBvzfnj46BIV7UnhNKp4XQStKFIES7T4r/s454/Bertrand_Russell.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipu8jiTgdWTZJN0SCS0NQrpKWLxP7CgobY5A0mxuYCbKWWCKdtpTsOyeuP4ZqUOclRt97hknE53gLaPp1327_BnpSlXBRZ7Xp7NtLgBvzfnj46BIV7UnhNKp4XQStKFIES7T4r/s320/Bertrand_Russell.jpg" width="270" /></a></div>
<br />
<i>Bertrand Russell, 1928 yılında yayımlanan 'Scepting Essays' [Sorgulayan Denemeler. Tübitak Yayınları: 1995] adlı kitabını ‘Geleceğe Dönük Bazı Tahminler’ başlıklı denemesiyle bitirir. Bu denemede Russell, 'uygarlığımızın gelişmesi için bütün dünyayı kontrol altına alacak merkezî bir otoritenin oluşturulması' teziyle hareket eder. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin gelecekte sıkı sosyal örgütlenmelere olanak sağlayabileceğini, böylelikle de dünyanın giderek "bütünleşik" bir gezegen olacağını öne sürer. Yazının bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum:</i><br />
<br />
"...Uygarlığımız savaşlar sonucunda yok olabilir, veya Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi yavaş yavaş çökebilir. Ama eğer uygarlığımız sürecekse, bazı özellikler edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.<br />
<br />
...gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları olan emekçiler ile, miras hakkıyla birlikte yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti yerinde kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır. Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden Türkiye'deki yeniçerilere uygulanana benzer şekilde, tutkulu bir askeri sadakat aşılanacaktır. Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini düşürmek ve diğer ülke insanlarını öldürecek askerleri sağlamak için, kadınlara çok çocuk yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir. Devletinkine karşı koyacak ana-baba propagandası olmayınca çocuklara aşılanabilecek yabancı düşmanlığının sınırı da olmayacaktır. Böylece, çocuklar büyüdükleri zaman efendileri için körü körüne savaşacaklardır. Görüşleri iktidar tarafından hoş karşılanmayan kişiler, çocukları ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek suretiyle cezalandırılacaklardır.<br />
<br />
Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı insancıl duygusallığın birlikte uygulanmasıyla, toplumun adım adım iki kasta bölünmesi hiç de olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik kurumunu ve aile bağlarını koruyacak, alt tabakadakiler yalnız devlete sadakat besleyeceklerdir. Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek emekçilerde yüksek doğum oranını, hijyen ve tıp da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır. Böylece de, dünya nüfusunu sınırlandırmanın açlık dışındaki tek yöntemi savaşlar olacak; açlık da, ulusların birbiriyle çarpışması yoluyla önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda, Ortaçağ'daki Hun ve Moğol istilalarıyla karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir dönem gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere çabuk ulaşmasında yatacaktır.<br />
<br />
...Ancak ben her yerde demokrasinin, zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde eğitim yapılmasına yol açtığını gözlüyorum. Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar; ama tutucu oldukları için atılan yok. Bunun yakın zamanda değişeceğini varsaymak için hiçbir neden de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle, eğer uygarlığımız, daha uzun süre zenginlerin çıkarlarını kollamayı sürdürürse, kanımca sonu karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim içindir ki bir sosyalist oldum.<br />
<br />
...Eğitim, bir azınlık dışında, daha çok "dinamik" denilen, yani insanlara duyu ve düşünceden çok, `yapmayı' öğretici türden olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak bu işlerin yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten aciz olacaklardır.<br />
<br />
Belki de resmi bir "düşünürler" tabakası, bir de "duygucular" tabakası oluşacak (...) Resmi duygucular okullarda, tiyatrolarda, kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını saptayacaklar, ama bu duyguların nasıl yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır. Okul çocuklarının haylazlıkları göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir. Bununla birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi'nce onaylanan resimlerin sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin verilecektir.<br />
<br />
...Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde silip süpürür. Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi başını kurtarabilir. Okuma ise, yerini gramofona, ya da ondan daha iyi bir icada bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır. Bunun gibi, günlük yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.<br />
<br />
...İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her düzenlemede, sisteme, yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği önleyecek, ama kargaşaya yol açmayacak ölçüde, anarşizm enjekte etmeye gerek vardır. Bu da, teorik olarak çözümsüz olmayan, ancak günlük yaşamın düzensizlikleri içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas bir sorundur."<br />
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-51025608366385922792013-06-24T23:49:00.002+03:002013-08-11T18:51:27.996+03:00Dar Kapılar, Melih Cevdet Anday<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQMYVo-BoI2uNEHUD9rZHHeN4iEV9LutTu2GHzxH7UwWPcfzSuDaQnOlKmFf1prD388O4VPQUzQupHU-ZspajND7O0Dkr9Iv7E2bXdWoTjBus8Iz8E6R_93lAL2lO4F_voOLva/s1600/melih_cevdet_anday.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQMYVo-BoI2uNEHUD9rZHHeN4iEV9LutTu2GHzxH7UwWPcfzSuDaQnOlKmFf1prD388O4VPQUzQupHU-ZspajND7O0Dkr9Iv7E2bXdWoTjBus8Iz8E6R_93lAL2lO4F_voOLva/s320/melih_cevdet_anday.jpg" width="216" /></a></div>
<br />
<i><span style="font-family: inherit;">Acı ve utanç duygularını yan/a/yana yaşadığımız bugünlerde, ş</span></i><i><span style="font-family: inherit;">airin bundan 37 yıl önce kaleme getirdiği denemesinden olduğu gibi alıntılıyorum. Tanrı hepimizi affetsin:</span></i><br />
<br />
“…Ülkeyi kapitalist yoldan yürüyerek yükselteceklerini söyleyip yönetimi çağdışı bir sömürme düzenine dayayanlar, evet, toplumun uyanacağını, bir gün bu düzene karşı koyacağını düşünmemişlerdir. Tarihin kendi çıkarlarına göre akacağına inanan sömürücüler, evet, göstermelik bir çoğulcu düzenin sürdürülemeyeceğini, görünce şaşırmışlardır. Halka okuma-yazma öğretilmezse, gençlerin eline kahramanlık masalları ya da ermişler tarihi dışında kitap verilmezse, çağdaş düşüncenin toplumumuzda uyanmayacağını sananlar, evet, bu uğurda ülkenin geri kalmasına razı olmasına karşın, olayların onları dinlemediğini görüp korkmuşlardır. Hoşlarına gitmeyen her düşünceyi “kökü dışarda” diye damgalayarak başka kökü dışarda düşüncelerle halkı, gençleri sindirmek isteyenler, evet, dünyanın bugünkü genel durumu içinde bu korkutmacaların ancak gülünç düşeceğini anladıkları için köpürmüşlerdir. Halkı kazanamadıklarını anlayınca halka düşman olmuşlardır. Bugünkü korkunç olaylar hep hep dünün yaşanmış ve söylenmiş gerçeklerinden doğmadır. Ama dün bu olacakları söyleyenler, o günün güncel olayları içinde halkın gözüne çarpmıyorlar, yalnızca ceza görüyorlardı. Çünkü o zaman bu düşün politik açıdan güncellik kazanmamıştı, yazımın başında söylediğim buydu. Bir toplumun geleceğini görmeye kalkanlar, geleceğin toplumsal ve ruhsal yapısını kurmak için çalışanlar, genel ilginin dışında kalırlar, bilimin ve sanatın alınyazısıdır bu, çünkü güncelin heyecanını sömüren politika onları hep gölgede bırakır, kimse bilmesin ister geleceği.<br />
<br />
Ancak bu mantık küskünlüğe değin vardırılmamalıdır, tarih boyunca bir çok özgün düşün atılmıştır ortaya, bunların bir çoğu yitip gitmiştir. Bu yitikleri kafa ürünlerinin bir kurbanı sayabiliriz. Çünkü toplum her yeni öneri için kurban istemekte ve almaktadır. Toplumun bir süre vurdum duymaz kaldığını görünce onu adam olmazlıkla suçlamak ne denli yanlış ise, bana sorarsanız, onun kurbanlar almasını olağan karşılamak da o denli yanlıştır. Gençlerimizin hain kurşunlarla vurulup öldürülmeleri karşısında, keşke toplumlar adam olmasalar da bir gencin yaşamı ortadan kalkmasa diyeceğim geliyor. Gücünü yitirmekte olan çağdışı bir düzenin çırpınışları karşısında bulunduğumuzu biliyorum, ama bu yüzden “Gidiş iyiyedir” diye yazmaya yüreğim yatkın değil. Ben anaların babaların yürek acılarına katılıyorum.<br />
<br />
İnsanlık nice dar kapılardan geçti, kim bilir daha nicesinden geçecek! Bütün bu gidiş içerisinde insanın, bir tek insanın yaşamına, onuruna saygı tam anlamı ile ne zaman, nasıl yerleşecek dersiniz?"<br />
<div style="text-align: right;">
<i>(Nisan, 1976)</i></div>
<br />
<span style="font-size: x-small;">Anday, M.C. (1992). Dar Kapılar. Seçmeler – I: Kendi Seçtikleri (s. 258-259). İstanbul: YKY</span><br />
<br />
<br />
<br />kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-21878678500932341182012-10-15T22:57:00.011+03:002024-01-11T19:55:23.863+03:00Maymunlar Arası İlişkiler (+1)<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvQZERUPCBj2WtfddA-bZXsQuqx3I1HJ1SWU5H-hE6j40wJfeTbzdTNdVPJBbdOZ0h67s4pjjBGaAjO4xHFL3BWdZJ_MOaJaRueBkFjaXKP1H5ih-BrvrsxHvStawCeoacSVi5/s1600/billy_watson.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjvQZERUPCBj2WtfddA-bZXsQuqx3I1HJ1SWU5H-hE6j40wJfeTbzdTNdVPJBbdOZ0h67s4pjjBGaAjO4xHFL3BWdZJ_MOaJaRueBkFjaXKP1H5ih-BrvrsxHvStawCeoacSVi5/s400/billy_watson.jpg" width="277" /></a></div>
<div style="text-align: center;">
<i><span style="font-size: x-small;">'Kaypak' Billy Watson (1880-1940)</span></i></div>
<br />
Mark Twain ile komedyen Will Rogers’ın ortak arkadaşı Cal Stewart, Sigmund Freud ile aynı yıl, 1856’da, Virginia’nın küçümen bir kasabasında yoksulluk içinde dünyaya gelir. Bay Stewart, anlattığına göre, <i>on iki yaşındayken</i> <i>evden mi ayrılmıştır yoksa ev mi ondan ayrılmıştır</i> pek belli değildir:<br />
<br />
Ohio nehri posta vapurlarından birinde limonatacılık, fıçı imalat atölyesinde kontrol kâtipliği, Tennessee, Virginia ve Georgia tepelerinde kurulan kamplarda oymakbeyliği, M.K & T.R.R köprüsünün inşaatında amelelik ve at kiralanan şenliksiz bir ahırda seyislik yapmıştır. Sahnelere ilk adımını Cincinnati Devlet Tiyatrosu’nda atar. Ama ondan evvel odun kırıcılığı, maden işçiliği, travers ustalığı, tarım işçiliği, bölge okulunda öğretmenlik (yaşça büyük bazı kız öğrencilerle aşk yaşadığını gizlemez), biçerdöver şoförlüğü gibi işlere de bulaşır. Demiryolu taşımacılığında düpedüz kariyer çıkar: makasçılıktan kondüktörlüğe, makinistlikten de bir nakliye firmasının kontrol şefliğine kadar yükselir. Sirklerde, farslarda, vodvillerde, varyetelerde, burlesklerde, operakomiklerde, kumpanyalarda, müsamerelerde, kermeslerde, piyeslerde boy gösterir; bir gece kibrit kutusu kadarcık bir arabada uyumuşsa ertesi gün beş yıldızlı bir otelin kral dairesinde yıkar gözlerinin çapağını. Bunca şeyi takataka <i>sıkışına </i>bakınca, Stewart’ın gözde mesleğini tahmin etmek öyle güç olmasa gerek: Seyyar satıcılık.<br />
<br />
Kırkına dayanan Stewart bir gün Thomas Edison’un mucidi olduğu fonografla tanışır. İnsan sesini kaydedebilen bu mucizevî icadın adamakıllı büyüsüne kapılarak fonograf satılan müzik dükkânlarının gediklisi olur çıkar. Gelen müşterilere, sahnelerde canlandırdığı 'Josh Amca' tiplemesiyle kayıtlar doldurmaya bile başlar. 150$ gibi hayli uçuk fiyatıyla evlere girmekte zorlanan fonograf makineleri, Stewart müşterilerin isimlerini de plağa okumayı akıl edince peynir ekmek gibi kapışılır. Kayıtlar elden ele, kulaktan kulağa yayılır, Josh Amca'nın şanına şan katar. Böylece Stewart, Edison, Colombia, Victor başta olmak üzere yüzlerce yapım şirketiyle anlaşmalar imzalar, plakları muazzam ilgi görür. 1919’da öldüğünde geride milyonlarca ‘konuşan plak’ bırakmıştır.<br />
<br />
Şimdi, 1898 yapımı 'Josh Amca Mağazada' başlıklı kaydı dinleyelim:<i> </i><br />
<i><br /></i>
<i>“Efendim, havalar soğuyor, kış kapıda malûmunuz. Dedim şu yeni açılan büyük mağazalardan birine gideyim de, kendime şöyle kalınca bir gocuk alayım. Ama ne mümkün efendim, ara tara yok koca mağaza... Yerin dibine batsın, ona sor, buna sor, ötekine sor, berikine sor, zor belâ buldum nihâyet... Kaldırımda yürüyorum, tam karşıda mağaza, vitrinlere falan bakınıyorum, -efendim ayıptır söylemesi- herifçioğlunun teki muz yemiş, kabuğunu da bir güzel yere atmış mı?.. Sen bir bas o muzun kabuğuna... Allaaah! diye feryad ederekten havada üç takla beş cumbalak bendeniz... Felekiyâtta ne kadar yıldız varsa oturdum tek tek saydım, vallahi eşekten düşmüşten bin beter oldum azizim!.. Üstüne de, yolun karşısından bacaksız bi hergele, ağzı kulaklarına varmış, ordan bana ses etmesin mi: “Beyamca! Beyamca! Allah için bir daha düşer misin? Anacığım demincek seni göremedi de!”</i><br />
<br />
Görüldüğü gibi gülmece, gülündüğünde de, günlük tüketilmediğinde de karın ağrısına yol açabilen bir tür. Ben geçen sefer 'muz kabuğuna basan adam' ilkin Chaplin'in elinden beyazperdeye düşmüştür derken yanlış bir şey söylemiyordum: imgenin hakikati değil, yaygın dolaşıma çıkış öyküsüydü beni asıl çelen, sinemadan yürüdüm. Kaldı ki, muz kabuğunun ilk Stewart’ı kapaklamadığı çok belli:<br />
<br />
'Çim' üzerine de bir kitabı bulunan Virginia Scott Jenkins, <i>Bananas: An American History</i> adlı kitabında, 1861 tarihli <i>Sunday School </i>gazetesinde çıkan bir makalenin, portakal ve muz kabuklarını sokağa atmamaları için öğrencileri uyardığından söz ediyor-muş meğer. İsmi belirsiz birinin kaleme aldığı bu patavatsız makalede, yere atılmış bir kabuğa basarak düşen, bacağı kırılan, kırılan bacağı kangren olup kesilen, sakat kaldığı için de işinden olan zavallı bir adamın, karısı ve çocuklarıyla yaşadığı fukara gecekondusunda acılar içinde öldüğü yazılıdır. Jenkins, zamanın <i>çevreci </i>tutumunu pekiştiren bir gösterge daha sunuyor: 1880 yılında <i>Harper’s Weekly</i>’de çıkan bir karikatürün 'Sebep' yazılı birinci karesinde, <i>İrlandalı </i>bir adam yediği muzun kabuğunu kaldırımda yürüyen silindir şapkalı, smokinli bir beyefendinin önüne atmak üzeredir. 'Netice' yazan ikinci karede, silindirli beyi sedyede taşınırken görürüz.<br />
<br />
Jenkins’e kulak asarsak, MKBAdam’ı ilk sahneleyen 'Kaypak' (Sliding) lakabıyla ünlü Billy Watson adındaki ('Tombak' Billy Watson ile karıştırılmasın) bir başka vodvilcidir. Billy’ye kaypak denmesinin sebebini ise <i>Dünden Bugüne Vodvil: Amerikan Varyete Oyuncuları Ansiklopedisi</i>'nde (F. Cullen, 2007) buluyoruz: Sahneye çıkmadan evvel iskarpinlerinin tabanlarını pudrayla güzelce ovalar, koştur koştur hız alıp sahnenin göbeğine kadar kayarak gelir, selâmını verir, bir de seyircinin gözünün içine baka baka tabanlarına pudra falan sürmediğini, bu âni çıkış özelliğinin kendisinde <i>doğuştan </i>mevcut olduğunu söylermiş. Hatta bir keresinde, bir röportajında, yerde ne zaman muz kabuğu görse şapkasını çıkarıp yerlere eğildiğini, kendisine yürü yâ kulum çektiği için muz kabuğuna şükranlarını sunduğunu belirtmiştir.<br />
<br />
MKBA ilk ne zaman düşmüştür sorusunun peşine düşecek kadar saksıyı kırmadım henüz...<br />
<br />
Jules Verne bile, Seksen Günde Devr-i Âlem (1872) romanında, Allahabad yakınlarında bir muz ağacının gölgesinde mola verdiğinde, muzun <i>ekmek gibi besleyici, krema gibi kıvamlı bir meyve</i> olduğunu, <i>bol bol yenerek değerlendirildiğini</i> okura açıklama gereği duyduysa, işe demek 'Hindistan’da Muz' diye de koyulsam ı-ıh, altından kalkamam...<br />
<br />
İyisi mi gelin son bir filmle mevzu'muzu örtbas edelim: The Dreamers. Sinema tarihinde muzu böylesine kuşatan bir film olduğunu sanmıyorum ben. Muzun evrenselliğe ulaşmış ekonomik ve cinsel niteliklerinin senkronize katedildiği, filmin gövdesine egemen akıl-zekâ-paylaşım-özgürlük-devrim zincirinin minyatürü bir sekanstır o: Tamtakır kuru bakır kalıveren üç <i>çiçek çocuk</i> çareyi apartmanın çöplüğünde buldukları yiyeceklerde arar. Bayat filetolar, kokuşmuş biftekler gerisingeri çöpü boylamaktadır ki, çürümeye yüz tutmuş bir adet muz eyvahlarına yetişir. Gençlerden Fransız olanı muzu bölüştürmeye davranırken, sarışın Amerikalı “Bana bırak” der, “ben hallederim”. Bir illüzyonist karizması takınan genç, muzu alır, soyar, işaret parmağını muzun sivri ucuna usulca batırır: parmağını soktukça muz bir çiçek gibi açar, üç eşit parçaya bölünür <span face=""arial" , sans-serif" style="background-color: white; color: #545454; font-size: x-small; line-height: 18.2px;">— </span>ne de olsa 'banana split' 1904’ten beri yenen bir Amerikan tatlısıdır.<br />
<br />
Son filmini görmeden Bertolucci hakkında bir şey söylemek istemem gerçi, gelgelelim filmin bütününün, sinemanın sihrini/sinemayı görünür kılasıya <i>sinema vs. yaşam</i> bahsine uzandığı unutulmazsa, Bertolucci’nin ömrübillâh böyle bir filme imza atamayacağı kuşkusu kaplıyor içimi. Filmdeki başarıyı, aynı zamanda bir sinema yazarı olan Gilbert Adair’in <i>The Holy Innocents</i> adlı senaryo romanında aramak, yerinde olur sanıyorum. Bertolucci’yi –bizde benzeri çoktur- <i>usta yönetmenlerin yanında çalışınca film yapası gelen adam</i>lardan sayarım ben.<br />
<br />
Peşine düşmeye değmez..<br />
<br />
<br />
<br />
<div>
</div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-44868068256637215342012-09-24T00:45:00.021+03:002024-03-04T17:42:42.605+03:00Maymunlar Arası İlişkiler<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<div style="text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgj4CjvLZfieBCHKVNuM9jU9_f1SdUEVbVDBZdA-TOKzXAu-KypITj0SjRJlHrkK7H-1jS_W2C0X6WuqEgqNVPFe-9wEY_-PpU9gkos-PNSoBKFhArxZx_l1EI7gT_63kCK5RGK/s1600/charles_chaplin_the_circus_maymunlar.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="277" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgj4CjvLZfieBCHKVNuM9jU9_f1SdUEVbVDBZdA-TOKzXAu-KypITj0SjRJlHrkK7H-1jS_W2C0X6WuqEgqNVPFe-9wEY_-PpU9gkos-PNSoBKFhArxZx_l1EI7gT_63kCK5RGK/s400/charles_chaplin_the_circus_maymunlar.jpg" width="400" /></a></div>
<div style="text-align: center;">
<span style="font-size: x-small;"><i>(<a class="main" href="http://www.imdb.com/name/nm0000122/" style="color: black; text-decoration: initial;">Charles Spencer Chaplin</a>, The Circus, 1928)</i></span><br />
<div style="text-align: right;">
<i>Bengü için</i></div>
</div>
<br />
Beyaz peynir yemediğimden olsa gerek, kahvaltı'dan törensel bir haz alamamışımdır. Her gün tekrarlanan eylemlerden olduğu için, ayrıca sıkıcı bulurum. Beni daha çok aç açına sigara içmemek ilgilendirir. Bundan hemen yediğine içtiğine dikkat etmeyen biri olduğum çıkarılmasın ama: ben yemek yemeyi de sevmem.<br />
<br />
Evde ailece ettiğimiz kahvaltılar, bildik kahvaltılıklardan oluşurdu. Beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin, domates, salatalık, reçel, bal, yumurta, çay. Ağbimle bana illâ ki süt. Peynir yemiyorum ya, vücuduma girmeyen kalsiyumu sütten almam gerekiyor. Peynirin tadını en çok da kokusunu sevmiyorum; peynir tabağı sofrada önüme denk düşmüşse mızmızlanıyorum, kaldırılıyor, yerine reçel konuyor. Misafirliklerde ikram edilen peynirli börekleri çörekleri yemediğimde “A-aa? E canım peynir yenmez mi hiiç?!” ayıplamasına mâruz kalıyorum. Sıkılıyorum. Bu teyzelerden bazıları işi abartıp bana gizlice peynir yedirmeye kalkışırdı bir de. “Yoğurt o tatlım yoğurt..” ya da “Seninkiler peynirsiz güzelim..” gibi çalışılmamış, pestenkerani numaralarla... Çok sinirlenirdim. Ama büyüklerin bir anda gündemini değiştirmek de hoşuma giderdi hani. Söylemesem olmaz, hepsi öyle değildi: Rana ile Hülya teyzelerimi çok severdim. “Ben kıymalı yaptım bi’ taneme, özel.”<br />
<br />
Pazar kahvaltıları evet daha coşkulu olurdu ama bundan açacak değilim. Dedim ya sevmem ben kahvaltı etmeyi. Midemin kimseye sorup etmeden kararlar almış olması canımı sıkar sabah sabah. Bu yüzden <i>hem sağlıklı, hem pratik</i> kimi formüller geliştirmişimdir kendimce. Mesela Ankara’da yaşadığım yıllar muz-yoğurt-ceviz üçlüsü epey işimi gördü. Artık yanında süt yok, çay. Bazen cevizin yerini badem aldı, bazen kayısı çekirdeği... Tabiî formülün sakıncalı yanları da yok değil: bu üçlü zeytin gibi, reçel gibi aylarca buzdolabına kamp kurmaz. 2-3 günde bir yeni muzlar alınacak, haftada bir yoğurtlar tazelenecek, ceviz-badem-fındık kuruyemişçiden ‘çiğ’ temin edilecek. Yoksa birinci haftanın sonunda 1 ceviz, 3 bademle kahvaltı etmek kaçınılmaz olacaktır.<br />
<br />
Yediğim muzun etiketini sağa sola yapıştırmak, sanırım bu sabah kahvaltılarından kalma kötü bir alışkanlık. Masama bakıyorum: şu sıralar Bonanza! diye telaşlı bir marka öne çıkıyor. Ardından bir klasik: Chiquita... Özal’lı ‘Gelişen Türkiye’ resminin tıpkı Nescafé gibi, Marlboro gibi renkli figürlerinden bir tanesi. Seksenler andacı. Seks parantezi. Cinsel motifleri üzerine sıkı sıkıya kuşanmış nadir şey’lerden. Sarışın başlayan büyüsü, alaycı bir kavisle gülümseyen sureti, avuca oturan kunt cüssesi, elbisenin askıları gibi zarifçe sıyrılan kabukları ve hayli hassas bir dengeye ayarlı sertlik-sululuk oranı ile eroti.. Şöyle mi demeli: Bir meyve; David Bowie.<br />
<br />
Bütün bunlar muzu diğer meyvelerden ayırmaya fazlasıyla yetiyorken, apaçık “çük” sesli, zenci malı ve daha iri olanlarını ithal etmenin altında uzun yıllar gizli bir mesaj aradım durdum ben. Aklım biraz erer olduğunda 'Muz Cumhuriyeti' kavramı kafamdaki sorulara bir parça yanıt olduysa da, eklemeliyim: Porno filmleri “miki” parolasıyla çağırmamız da yine rahmetli cumhurbaşkanımız Turgut Özal dönemindedir.<br />
<br />
Nedir, lezzetlidir. Muzlu sütten muzlu pastaya, gastronomide kendine geniş bir alan açmakla yetinmez, kızartmaya gelişi ya da dondurmadan âni çıkışıyla sürpriz yapmasını da bilir. Hele akşamları yenen meyvelerin arasında büsbütün şahlanır. Kuşku yok ki, bunlar da çikita muzun yüksek fiyattan pazara girişiyle kazandığı marka değerine bağlanabilir kimilerince. Oysa muz, öteden beri elimizden düşmemiştir: Maymunlar arası ilişkilerde yeri gelince dişiye kur yapma vazifesi gördüğü hesaba katılacak olursa, bugün mutfak tezgahlarındaki yeri ve önemi bal gibi anlaşılır.<br />
<br />
Sahiden, muz kabuğuna basıp da düşen olmuş mudur bilmem. Ama ilk kez, Charles Chaplin'in By the Sea (1915) adlı kısacık bir filminde rastlanmıştır buna. Bu filmde Chaplin, görülmeye değer bir ustalıkla, kendi yediği muzun kabuğuyla yeri boylar. Çok geçmeden, Scorsese'nin Hugo filminde andığı komedyen Harold Lloyd da kervana katılır, öyle kereste müdürü gibi taklit etmez elbet, bu kez onun attığı muz kabuğuyla garsoncağız yere çakılır. Chaplin'in muzla ilişkisi bu kadarla kalsa iyi: Büyük Diktatör öfkeden deliye döndüğünde hırsını meyve kâsesindeki bir muzdan çıkarır, ya da ötekinde, Şarlo, zengin evden kovulurken muzun tekini aşırıverir gizlice...<div><div>
<br />
Sirk deseniz, orda iki yerde birden kullanır muzu Chaplin: Palyaço seçmelerindeki Giyom Tell parodisini elma yerine cebinden çıkardığı muzla kotarmaya kalkar; daha absürdü, tel cambazlığına soyunduğu sıra tepesine tüneyen maymunlardan biri yediği muzun kabuğunu telin tam üzerine şandeller, Şarlo, ölümden döner.<br />
<br />
Chaplin'in Yumurcak filminde ise muz falan yoktur. Ama olur a kendimizi tutamaz 'Türk Sinemasında Muz' gibi aynalı bir başlık açarsak eğer, işte o zaman baştan uca Yumurcak'a öykünen, (son'unda babamın sessiz ağlayışını unutamam) Kemal Sunal’ın Garip filmindeki şu sahne oraya uçarak konacaktır: Garip Kemal hastalanan kızına cebindeki son parasıyla eczaneden ilaçlar alır, iyi beslenmesi için kasaptan bir kilo pirzola, manavdan da bir kilo muz. Doğrusu, iyi de eder, zîra Attilâ İlhan'ın 'Eyi Muz Eyi' şiirinde, tezgâhını sokak sokak gezdiren muz satıcısı da <i>hastalara şifa</i> diye övmektedir muzu. Manav, yerli muzlardan tartmaya el atmıştır ki, Kemal yoksulluğa aldırış etmez, fırçasını çeker: <i>“Yoo, ondan değil! İthalinden, çikita!”</i><br />
<div>
<br /></div>
Tim Burton’a pek yüz sürmem ya, bunu bir "muz orta" kabul ederek, Beetle Juice filminden belleğime sızmış Banana Boat şarkısını buraya alalım. Woody Allen'ın başlar başlamaz narkoz etkisi yapan Bananas filmini de. Bir de Bud Spencer diye bir adam vardı sakallı, iriyarı, kötü adamları tuttuğu gibi savuruveren, onun bir filmini: Banana Joe. Ne gülmüştük ağbimle o filme.. bir nevi Cüneyt Arkın parodisi. Hoş, biz Cüneyt Arkın filmlerine de çok gülerdik. Hele bayramlarda, TRT’nin yayınladığı Battal Gazilere, gizlice içtiğimiz muz likörü eşliğinde....<br />
<br />
Bir gün Edi evde kulağına muz dayamıştır, Büdü meraklanır:<br />
<br />
-<span class="Apple-tab-span" style="white-space: pre;"> </span>Edi? O muzu neden kulağına tutuyorsun?<br />
-<span class="Apple-tab-span" style="white-space: pre;"> </span>Timsahları kaçırtmak için Büdü...<br />
-<span class="Apple-tab-span" style="white-space: pre;"> </span>İyi ama, burda timsah falan yok ki Edi?!<br />
-<span class="Apple-tab-span" style="white-space: pre;"> </span>Haklısın Büdü. Muz işe yarıyor desene!<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<div>
<br /></div>
</div></div>kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-44418416777658146162012-06-01T22:44:00.002+03:002023-10-23T18:05:18.683+03:00Posta Arabaları<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOaNwSxVld-aFaRwU_i2EraI7LC7tHJWiYXwWYWbQnrnQhBBGX0cgXq75a3ZcnXTz9Mq7edkmfOBORJIVYs-1zGcOnhbgJ-Ws26GePBz9AQ6q99bpIB3q11yBuxeG-dL2phr5D/s1600/cemal_sureya.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOaNwSxVld-aFaRwU_i2EraI7LC7tHJWiYXwWYWbQnrnQhBBGX0cgXq75a3ZcnXTz9Mq7edkmfOBORJIVYs-1zGcOnhbgJ-Ws26GePBz9AQ6q99bpIB3q11yBuxeG-dL2phr5D/s320/cemal_sureya.jpg" width="223" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<br />
Sessiz eşya, yalnız ve gece.<br />
<br />
Kendi kendine düşüveren, devrilen, sarkan, sallanan, kopan, kırılan, çatlayan eşyalar, açıklanamaz oldukları sürece, efsunlu kapıları aralar, umulmaz haberler getirirler. Sözgelimi apansızın patlayan ampül, aklı ilk elden elektrik anahtarına, oradan sigortasına, giderek sokağın trafosuna, elektrik idaresine götürebilir. Ya da kısa yoldan ampulün tungsten teli ile Edisonvâri bir açıklama bulunabilir olan bitene. Vaziyet fizik-kimya yordamıyla ayrışadursun, düşgücü çoktan devreye girmiş, sis farlarını yakmıştır. <i>Tersi kanıtlanamaz gerçekler</i> üşüşür gelirler birer birer.<br />
<br />
Bilge Karasu’nun şah yapıtı Gece, kitaplığın ‘sık kullanılanlar’ grubundan yere düşüp (s)açıldığı sıra başladı silsile. Enis Batur’un Kravat’ını okuyordum, kanepeye uzanmış. Patırtıya irkildim, <i>hay</i> ile <i>ay </i>arası bir ses çıktı içimden. Gördüm, gevşedim, elimdeki kitabı göğsüme yatırırken (bazı kitaplar gövdenizi kucakladıklarında yatıştırıcı etki gösterirler) derin bir soluk verdim. Alınan soluktur derin, verilen soluk <i>sığ</i> mı yoksa <i>dik </i>mi olmalı diye zırvalarken tavandaki aynadan kendime baktım ki: çırılçıplağım, boynumda bir kravat. Gülümseyerek doğruldum, Gece'yi yerden aldım; açık sayfada şu satırlar:<br />
<br />
<i>“Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişememektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.”</i><br />
<br />
Bilen zaten bilir, ben yeni öğrendiydim Enis Batur’un Bilge Karasu’dan “el aldığını”. Öyle ya, Göçmüş Kediler Bahçesi'nin birinci bölümü 'Enis’e' armağandı. Nasıl indi ki bu kitap öyle? Sırası mıydı? Sırasıydı demek ki... Gece’yi Kravat’ın üstüne koydum, aradan çekildim: “Usta Beni Öldürsen E!”<br />
<br />
Bir sigara yaktım, bir nefes çekip süratle kül tablasına koydum; sehpada gözüme ilişen Tutunamayanlar'ı çekiverdim önüme. Mimlemişim:<br />
<br />
<i>“Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş elmayla on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulur şeyleri sevebilirsiniz yalnız. Siz A ve B’den değil, üç erkek ve beş kadından anlarsınız ancak.“</i><br />
<br />
Çarpıntı tırmandı, derken huzur verici bir şaşkınlık. Kolay değil, saniyelerle ölçülü kısacık zaman diliminde, bir ustadan bir ustaya savrulmuş, düpedüz dayak yemiştim. Bile isteye savrulmayı oldum olası oyun bilmişimdir; filmleri, kitapları, müzikçileri birbirine katıştırmaktan tarifsiz hazlar çıkarırım da, şimdi oynadığım rol ‘otomatik edilgen’, ne yalan söyleyeyim, müthiş ürküttü beni.<br />
<br />
Neden sonra biraz abarttığım kanısına vardım. Kül tablasını kapıp internetin başına geçtim. Search: “Enis Batur” (kabul, kaşınıyorum): Cumhuriyet gazetesinin sitesinde kimi yazılarına ulaştım Batur’un. On yedi yazısı duruyordu orada, yalnızca 'Karşılıksız İlişkiler' başlıklı yazısında fotoğrafı kullanılmış, humourunu <i>da </i>sezdiren rabıtalı bir gülümsemeyle bakıyor ekrandan. Durmadım, ona tıkladım. EB’nin sinema yazılarını (g)özleyenler için, yazının son bölümünde tadımlık bir vuslat:<br />
<br />
<i>“Godard, bir bakıma tournesol kâğıdı. İnsanları ikiye ayıran bir temel özelliği olduğunu düşünüyorum. Sinemaseverleri demek daha doğru olur aslında. Sinemayı kendisi için, anlattıkları için değil, sevenlerin yönetmenleri böyle: Filmlerinin ortasında sinematografi üzerinde düşünmeden yapamıyorlar. Alphaville, özünde, bir üst-film. ...”</i><br />
<br />
Onca zaman kaç, buymuş yolun sonu. Odayı kararttım, izledim. Siyah-beyaz bir film Alphaville. Sonunda ne mi oluyor: Beyaz’ı uçuyor filmin. Dahası: biçimsel yönden bakınca, Alphaville ile Gece arasında sıkı bir dostluk var...<br />
<br />
Uzanıyorum. Gecenin aydınlığı çapraz bölüyor Cemal Süreya’nın duvardaki portresini. Duygan bakışlarının iki yanında, sigarası ve saati, birlikte işliyorlar...<br />
<br />
<i>"Kan var bütün kelimelerin altında / Yaprağını dökecek ağaç yok burda / Ama ışık dökebilir olanca renklerini / Sürekli işbaşındadır belleğin / Tanık şairler arasında / Oyuncu arkadaşlar arasında”</i><br />
<br />
Sürgüler itiliyor. Posta arabaları geçiyor uzaklardan.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-866495032536830312012-04-27T16:23:00.011+03:002023-10-27T19:49:47.707+03:00Dehşet bir Deneme<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVk-Zd-VOkbhDnCXpDyZcswj01sFrjXaXH82cayMeBbZSXYhm0tSJrsVNxLRWvOaofyTOo4RnHOWZiow_KmUrfUESL8bo6egCxNLR3e4vgynJ13TvvfqYKczjUPtQGwR6cuOSA/s1600/zerkalo_ayna.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="290" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVk-Zd-VOkbhDnCXpDyZcswj01sFrjXaXH82cayMeBbZSXYhm0tSJrsVNxLRWvOaofyTOo4RnHOWZiow_KmUrfUESL8bo6egCxNLR3e4vgynJ13TvvfqYKczjUPtQGwR6cuOSA/s400/zerkalo_ayna.jpg" width="400" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<span style="font-size: x-small;">(<i>Ayna</i> filminden, Andrey Tarkovski)</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: x-small;"><br /></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: right;"><i><span style="font-size: x-small;">enis batur için, enis batur gibi, gibi</span></i></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: right;"><br /></div>
3.420.000 kayıt getiriyor Google sorgusu dehşet’in. Sonuna bir ‘i’ eklediğinizde: 11.700.000. Sokaklarda karısını bıçaklayan insan bozuntularından pitbullara, onlarca kişiyi yutan doğal afetlerden kamyonlara, motosikletlere kadar oldukça geniş bir yelpazeye <i>saçılıyor </i>dehşet.<br />
<br />
Seviyoruz dehşet'i. 80’lere gönderme yapan kan kardeşi ‘panik’ kadar ağızlara dolaşmasa da, sinema sektöründe can simidi görevini beraberce sırtlandığını biliyoruz. Otelde Dehşet, Hastanede Dehşet, Baloda Dehşet hepimizin gördüğü başyapıtlar mutlaka, gelin görün ki Alien’ı ‘Uzayda Dehşet’ diye çevirmek, kötü bir şaka. “Gerilimlere panik, korkulara dehşet, ne âlâ memleket..”<br />
<br />
(Aklıma Peter Randa’nın çocuklar için yazdığı “Uzayda Dehşet: Tora” [Tora: Horror in Space, insaflı çeviri] adlı bilimkurgu romanı geliyor şimdi. Ağbimindi bu kitap, okumadım. Asıl adı <i>Andre Duquesne</i> olan Fransız yazar, meğer <i>Peter Randa</i> dışında <i>Jacques Alain, Urbain Farrel, Herbert Ghilen, Jules Hardouin, Jim Hendrix, Henri Lern, Andre Olivier, H.T. Perkins, F.M. Roucayrol, Diego Suarez, Jehan Van Rhyn, Percy William</i>s takma adlarını da kullanmış: dehşete kapıldım.)<br />
<br />
Yalan yok, ilgi çekiciliği tartışılmaz dehşet'in. Onca hoyrat kullanıma rağmen anlamı bozunmayan güçlü sözcük. İngilizce karşılıkları ‘terror’ ve ‘horror’ın insanın üzerine üzerine yürüyen hırıltısı, ‘dehşet’te durgunluğun birdenbire yırtılışı. İster olumlu ister olumsuz, ruhdurumunun iki ucuna da erişebilirsiniz onunla. Ses benzeri ‘behçet’, ‘sevinç’ demek oysa. Ne ki, orada da tutamamışız kendimizi: 'Parçala Behçet'.<br />
<br />
İki dize: <i>an gelir şimşek yalar / masmavi dehşetiyle siyaset meydanını</i> - Attilâ İlhan. Bir son cümle: <i>Onu dehşet özlüyorum.</i> -Enis Batur, ‘Yusuf Atılgan, bir Profil Denemesi’<br />
<br />
Acaba neden: dehşet saçar, dehşete düşer, dehşetle karşılar, dehşetten donar, dehşeti yaşar, yaşatırız da; türkülerde ve atasözlerinde rastlamayız dehşet’e?<br />
<br />
<br />
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-37890231652769693002012-04-18T18:57:00.000+03:002017-12-10T03:23:09.063+03:00Hayalet Avcıları III<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjcNme0EdbxoDhbXmVgteOFDuabVtqYxHdE0Ofd7f0lYqTSNwRGvtyXpldhiCB2R9_rnsVRDRJXbBMbzevCD7f1psJGDXdDJn4cqFyy8VvjdfzwMijXlSo2Rk-4anfUsL-kvspY/s1600/hayalet.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjcNme0EdbxoDhbXmVgteOFDuabVtqYxHdE0Ofd7f0lYqTSNwRGvtyXpldhiCB2R9_rnsVRDRJXbBMbzevCD7f1psJGDXdDJn4cqFyy8VvjdfzwMijXlSo2Rk-4anfUsL-kvspY/s400/hayalet.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: left;">
Yukarıdaki ilanlardan ilki, 2008 yılı başlarında portfolyoma attığım, kimi ajanslara da CV niyetine <i>sunduğum</i>, yayınlanmamış, uydurma bir iş. Reklam yazarlarının hepsinin cebinde bulunur böyle şeyler, bulunmalıdır. Gelgelelim, <i>bulmak </i>çetrefilli icraat. </div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: left;">
<br /></div>
Yaratıcılığın zekâ ile doğrudan ilişkili bir ehliyet olmadığı, Amerikalı psikiyatrist Lewis Terman’ın başlattığı IQ’su yüksek bir grup çocuk (“Termitler”) üzerindeki gözlemlerle kanıtlı bugün: Seksen yılın sonunda, içlerinden yalnızca birkaçı yaratı evreninin yolunu tutacaktı.<br />
<br />
Zekâ ile kurnazlık ise yanyana durur neredeyse. Karga gibi zekâsıyla ünlü o cingözü bile ağacın dalında ağzı açık umarsız bırakan Tilki cenapları, sempatiktir. Kestirmesi çok güç: La Fontaine üçyüzelli yıl aradan sonra bugünü görseydi; dersini almış kargaların yerine, hinoğluhin tilkilerin çoğaldığına şaşırır, iç çeker miydi acaba? Tilkiler, zekidir. Tabii burada zekâyı “ne kadar zekisin!” anlamıyla kullanıyorum.<br />
<br />
‘Yaratıcı Beyin’ kitabının yazarı Dr. Nancy Andreasen basitçe tanımlıyor: “Yaratıcılık, yaşama yepyeni bir gözle bakabilme ve bunu kullanarak güzel veya işe yarayan şeyler ortaya çıkarabilme yeteneğidir”. Buna göre reklamcılığın yaratıcılıkla bir ilgisi olmadığı sonucuna da pekala varılabilir. Öyle ya, reklamcılık yaratıcılığın <i>da</i> devreye girdiği bir <i>formulasyon </i>işidir ne de olsa. Yaratıcı insanlar, evet bu mesleği daha iyi sürdürebilirler, ancak reklamcılık bir yaratıcılık eylemi değildir, bunu söylüyorum. Son ürünün<i> işe yarar</i> olup olmadığı şöyle dursun, keyfekeder ortaya konmayan hiçbir ürün için yaratıcılıktan söz edilemez, ekliyorum. Reklam yazarı distilasyon kimyageridir, abartmıyorum.<br />
<br />
Dedim ya, sahiden de çetrefildir <i>bulmak</i>. Arayan Mevlâ’sını da bulur belâsını da, iyilik eden iyilik bulur, karga aldanır tilki yolunu bulur, eden bulur inleyen ölür, iz bulunur, “Buz bulunur”, hatta hak bile yerini bulur da bazen oturursunuz makinenizin başına, yazacak şey bulamazsınız...<br />
<br />
Öteki ilanın yaratıcılarını teker teker alınlarından öpüyorum.<br />
<br />
<br />
<span style="font-size: x-small;">Reklam ajansı: ALICE BBDO, Istanbul, Turkey</span><br />
<span style="font-size: x-small;">Yaratıcı Yönetmen: Ali Göral</span><br />
<span style="font-size: x-small;">Art Direktör / İllüstratör: Arda Albayraktar</span><br />
<span style="font-size: x-small;">Metin yazarı: Ali Göral</span><br />
<span style="font-size: x-small;">Diğer ekip üyeleri: Evren Doğrar, Kutlay Sındırgı</span><br />
<span style="font-size: x-small;">Yayın tarihi: Aralık 2008</span><br />
<span style="font-size: x-small;"><br /></span>
<br />
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-7710154363692284992012-04-05T15:46:00.002+03:002021-01-23T19:30:12.339+03:00Kum<br />
Bugün pastaneye gittim. Çalıştığım zamanlar uğrardım buraya. Önünden geçerken, bodrum katın havalandırmasından yükselen o yekpâre pasta-çörek kokusu midemi kaldırır, adam gibi kahvaltı etmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi çarpardı suratıma her sabah.<br />
<br />
Öğleden sonra havalandırmayı kapatıyorlar demek. Pastacı gece çalışıyor tabii. Şimdi, içerde mi uyuyordur ki?<br />
<br />
- Buyrun efendim, hoş geldiniz.<br />
- Hoşbulduk. Ponçik kalmadı mı?<br />
- Ponçikkk...kalmamış efendim. Ay çöreği verelim?<br />
- Yok, yemem.<br />
<br />
Plastik yüznumara terliği de giyiyor mudur acaba? Birden, un içinde yüzügözü bembeyaz pastacı geldi gözümün önüne. Ağzında sigarası, hareketleri miskin koalalar gibi aheste, çömelmiş, bir eliyle bıyıklarını düzeltiyor, dalgın, uzaklara bakıyor. İyi ama bu bir fırıncı değil mi? Pastacının kırmızı gözleri, beyaz muşamba önlüğü, kaset yuvası anteni kırık, pilleri sarkık unbeyaz radyosu, dilinde yanık türküleri olur bir defa.<br />
<br />
- Sigara içilmiyor değil mi burda?<br />
- Dışarda içiliyor efendim?<br />
- Ha, masaları attınız mı. O zaman bana bir çay, bir de... Şu ne? Ponçik değil mi o?<br />
- Hangisi? Hayır, onlar boşnak bezesi.<br />
<br />
Bodrum katta pasta yapmak — fena metafor değil aslında. Sigara içmeye de çıkar mı ki şimdi usta kapının önüne... Çıksa, hemen yan apartmanın girişindeki basamaklara oturur kesin. Efkârlıdır, şüphesiz. Ama keyiflidir de, çalıştığı için. <i>Çok çalıştığı için.</i> Alçakgönüllüdür, belli etmez hiç, ama ağır top olduğunu da bilir. Koca dükkan onun eline bakıp duruyor ne de olsa...<br />
<br />
- Bir çay daha?<br />
- Alayım.<br />
<br />
Bembeyazdır teni. Bahar, imalathaneye henüz gelmemiştir, geldiği de pek öyle görülmemiştir ya: Bir gün mutlaka gelecektir. Neden bunları düşünüyorum ki ben? Sana ne o’lum pastacıdan? Bir ayniyat yakaladın diye ordan hikâye devşirmeye heves ettin ama vazgeç, yemezler. Hem besbelli kitap okuduğun falan da yok senin, kim bilir kaç kere yazmışlardır bunları. Birazdan küçük bir çocuğu annesiyle yan masaya da oturtursun sen şimdi, şımarık piç pastayı beğenmez yere atar, pastacı da görür, içinden küfreder, hüzünlenir. Hüzünlenir mi, küfür mü eder? Bu kadar şahsiyetsiz bir kurguyu bile tutturamadın gördün mü, hâlâ ne öyküsü, ne masalı? Yürü git bak in şu yokuştan aşağı, Tophane-i Amire'de Mehmet Aksoy’un sergisini bir gez hadi sen. Kaçıracaksın gene güzelim sergiyi. Ulan iki adımlık yol hem de. Dali’ye de gitmiyordun az daha. <i>Salak herif.</i> Çık ordan, geç karşıya, İstanbul Modern, oraya da bak. Neymiş, beleş diye incisözlük sikertmesi falan olabilirmiş bugün orda, gitmezmiş. O’lum, senin kadar salak bir adam daha görmedim ben ömrümde.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<i>[Kedikumu (2011), Acouistic, Çev: Kâmuran Şipal. İstanbul: YKY s.453]</i><br />
<i><br /></i>
<i><br /></i>
<br />
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-50868262939059041532011-12-11T21:01:00.001+02:002019-11-08T17:35:40.125+03:00Gözleri Biraz<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFMVFk_3C3VvB2ur4kyGaXyqnNXiRqqBFDZ4u7wZTnHAkNd-eaK1mBwmXtrUtzflmLCmpSTXf8NIPnc2FvhescmFosIQSgK0NyOMPi7B_kx9tkJv9CJDKggvpX8_C6HUgWhJld/s1600/deri_degistiren_yilan.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFMVFk_3C3VvB2ur4kyGaXyqnNXiRqqBFDZ4u7wZTnHAkNd-eaK1mBwmXtrUtzflmLCmpSTXf8NIPnc2FvhescmFosIQSgK0NyOMPi7B_kx9tkJv9CJDKggvpX8_C6HUgWhJld/s400/deri_degistiren_yilan.jpg" width="303" /></a></div>
<div style="text-align: center;">
<span class="Apple-style-span" style="font-family: inherit; font-size: x-small;">"Deri Değiştiren Yılan", </span><span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;">Ali Teoman Germaner </span><span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;"> (Ankara Resim ve Heykel Müzesi)</span></div>
<span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;"><br /></span>
<br />
<br />
<b>DEĞİŞİM</b><br />
<br />
İnce uzun bir hayvan<br />
Çarpıyor<br />
Çarpıyor<br />
Çarpıyordu kendini taşlara.<br />
Canı mı sıkılıyor<br />
Can mı çekişiyordu yoksa?<br />
Yok efendim dedi yanımdaki adam<br />
Gömlek değiştiriyor yılan<br />
Bu hallerden anlarız dedi az çok<br />
Biz de sınıf değişmiştik bi zaman<br />
<br />
Can YÜCEL<br />
<br />
<br />
Acaba diyorum, şu baş harflere takılıyor da gözüm...<br />
<br />
Benzer biçimler alt alta düşünce, <i>ince uzun</i> bir hat mı oluşuyor orada?<br />
<br />
Önce üç Ç: Çarpıcı. İki de C peşisıra: Can'lı!<br />
<br />
Acaba, diyorum: Oraya mı gizlenmiş bizim <i>gömlek değiştiren yılan</i>?<br />
<br />
Ç’ler bir güzel soyunuyor, C oluyor diye düşünmek, hastalık mıdır? Peki İ ile bir de kuyruk çizsek bu hayvana, başı mı eksik kalır? Kalmaz efendim, ne diye kalsın? Nasıl da tıslıyor bakın, çıkarı çıkarıvermiş de koca dilini!<br />
<br />
Hadi canım sen de.. uydurma! <span style="background-color: white; color: #545454; font-family: "arial" , sans-serif; font-size: x-small; line-height: 18.2px;">—</span>diyorsunuz.<br />
<br />
Aman ne iyi ki, uyduruyorum efendim. Yoksa, sokuverirdi bir tarafımızı Yılan...<br />
<br />
Maâzallah...<br />
<br />
<br />
Yılan bu yılan!<br />
<br />
Belli mi olur sağı-solu?<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<div>
<br /></div>
<div>
</div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-37340621205634532772011-09-03T15:22:00.008+03:002024-01-11T22:55:22.073+03:00Jack Daniel'z<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikwYZq0m3ej6BB1uCT6m1ZSHJJctsTJFu2EZ0y8Qgfy9QgZPPKsQPPj2QElJMyyUFnQx4m3R9eLFPm8JIYuPm4iB7etWxqvaeZdPQ6WQjtQoUExmrZphE6J-N9tnYwoX3N2aSl/s1600/jack_daniels.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="251" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikwYZq0m3ej6BB1uCT6m1ZSHJJctsTJFu2EZ0y8Qgfy9QgZPPKsQPPj2QElJMyyUFnQx4m3R9eLFPm8JIYuPm4iB7etWxqvaeZdPQ6WQjtQoUExmrZphE6J-N9tnYwoX3N2aSl/s400/jack_daniels.jpg" width="400" /></a></div>
<br />
<br />
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<div style="text-align: justify;">
<div style="text-align: left;">
<div style="text-align: left;">
<span class="apple-style-span"><span style="background-color: white; color: black; line-height: 115%;"><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif">Kitsch objelere oldum olası sempati duydum. Her ne kadar satın almasam da (on yıl kadar evvel, Bolu Dağı'nda bir benzinlikteki durgun molamı tiyatroya çeviren, üzerinde "<i>Canım Görümceme Sevgilerimle...</i>" yazan çakmağı saymazsak), yuhalasam da, </span></span></span><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 18px;">eşsiz </span><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 18px;">Doğu-Batı harmanı güzel ülkemizin gündelik yaşama ne yapıp edip sıkıştırıverdiği bu <i>şeyler,</i> beni daima fantazmalara sürükledi.</span></div>
</div>
</div>
</div>
<div class="MsoNormal">
<div style="text-align: left;">
<br /></div>
<div style="text-align: left;">
<span face=""verdana" , sans-serif" style="line-height: 115%;">Yukarıda görmekte olduğunuz </span><i style="font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">şey</i><span face=""verdana" , sans-serif" style="line-height: 115%;"> ise, biraz önce, yaz tatilim sırasında karşıma çıktı. Zeynep, Tayland’da bir sokak tezgâhından almış bu muhteşem tasarımı. Yatağın üzerinde görünce hemen sordum: Bu nedir? Çakmak (ah, yine!) aynı zamanda şişe açacağı olduğu yanıtını aldım. Sahiden de öyleydi. İşlevselliği abartmada usta olan Kitsch, yine bir </span><i style="font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">albeni</i><span face=""verdana" , sans-serif" style="line-height: 115%;"> yaratmakta gecikmemişti anlaşılan. Açacak olarak tasarlanmadığı açıktı: açacak olsaydı, ona bir de çakmak ekleştirmek ürünün kendisinden pahalıya geleceğinden, anlamsız olurdu. Evet, bu bir çakmaktı.</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">Hayır, oturup tasarımcısına mektup yazmak gibi bir fikir geçmedi aklımdan. Onun yerine, eline çakmak alan her insanın çaresiz teslim olduğu o </span><i style="background-color: white; font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">klişe </i><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">hareketi yaparak, çakmağı çaktım. Yanmadı. Bir daha çaktım. Çakmak, yanmadı. Bu kez daha usul bir hareketle, yeniden denedim. Yanmıyordu...</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">Zeynep’e çakmağın yanmadığını söylediğimde bir karşılık veremedi, çünkü odadan çıkmıştı. Çakmağı bir daha çaktım. Bu defa çakmak sol elimdeydi ve parlak sırtı ışıl ışıl ışıldıyordu. Evet, çakmak yanmıyordu ama, açacak olarak yontulmuş boşluğun çeperinde </span><i style="background-color: white; font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">gelgelli</i><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"> mavi bir ışık, telaşla yanıp sönüyor, göz alıyordu. Ana ödevini yapamasa da -güç nefes alsa da- yine de etrafına neşe saçmasını bilen, gerçekten sürprizli bir </span><i style="background-color: white; font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">şey</i><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">di bu...</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">Böylesi bir </span><i style="background-color: white; font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">şey</i><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"> kimin, nerede, nasıl aklına gelmiş ki şeklinde uç veren düşüncelerin kafatasımda süratle serpilmeye başladığı esnada, üzerindeki Jack Daniel’s logosuna bakıyordum. Şimdi bir şüphem kalmamıştı: UzakDoğulu girişimci, voliyi nasıl vururum acaba diye tasalandığı uzun gecelerden birinde, bir barda, viskisini yudumluyordu. <i>Aldığı alkolün de etkisiyle</i>, düşüncelerle seksek oynarken iyiden iyiye yorulan zihni, dördüncü dublesini devirdiğinde, yakınlardaki objelerden fikir devşirme kolaycılığına kapılıvermişti...</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; color: black; line-height: 115%;"><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif"><span class="apple-style-span"><br /></span></span></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; color: black; line-height: 115%;"><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif"><span class="apple-style-span">Kırkbeş yaşlarında olduğu kesin girişimcinin barmenle aralarında duran viski-sigara-çakmak üçlüsü, sanki bir şeyler söyler gibiydi. Yo hayır, viski ve sigara işine giremezdi; o işe bir kez bulaşmış, sahte Tayland rakısı ürettikleri imalathane basılmış, Bangkok 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 14 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılmış, duruşmadaki iyi halinden ötürü cezası 13 yıla düşürülmüş, 8 ay önce de genel aftan faydalanarak güzelce salınakonmuştu. Artık eftamintokofti işlerde </span></span></span><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 18px;">(<i>Ah! Aktunç!</i>)</span><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 18px;"> yoktu, bu yeni ürün elbette, bir Çakmak olmalıydı.</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="line-height: 115%;">Bulduğu olağanüstü fikrin dudaklarına çizdiği gülümsemeyle, başını önünden kaldırarak bar taburesinde şöyle bir dönerken, gördüğü tatminkâr çakmak/insan oranı ile, bir kere daha mutlu oldu. Hemen orada, ar-ge çalışmalarına koyuldu. Barmenin gece boyunca açtığı bira şişelerinin frekansı, -aldığı alkolün de etkisiyle- ürünü mükemmel bir manevrayla çakmak-açacak eksenine doğru kıvırmıştı. İyi olmuştu: bu, yepyeni, şahane, </span><i style="font-family: Verdana, sans-serif; line-height: 115%;">çok özel </i><span face=""verdana" , sans-serif" style="line-height: 115%;"><i>bir cihaz</i>dı. Kendisine bir viski daha söylerken, sigarasını yaktı.</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">Barmen, Jack Daniel’s şişesini bardağın üzerinde havalara doğru kaldırıp indiriyor, bardaktaki tek buz, dökülüşen kehribar sarısı mayiyle, esriyip gidiyordu... Barmen, bardağı her seferinde artan bir coşkuyla mı dolduruyordu? Efendim, bu, beşinci dubleniz olduğuna göre, siz, bizim iyi bir müşterimizsiniz der gibi bir ses okunuyordu tavırlarında. Barmene eyvallah dedi, içkisinden sıkı bir fırt çekti: Ne güzel şeydi şu viski! O olmasa, bulduğu ilginç fikir aklının ucundan bile geçmezdi. Bütün gece bu ânı beklemiş; ışıklı bardak altlığı, minyatür içki şişeleri, müzik çalan şakacı kadeh ve benzeri yalçın fikirlerin arasında yapayalnız kaldığı sırada, viski: kapıları açıvermişti işte... Viskiye olan gönül borcunu, Jack Daniel’s logosunu çakmağın ön yüzüne adeta bir mühür gibi çakarak ödemek, yerinde olacaktı. Hem tabii ya, böylece bu çığır açıcı buluş Jack Daniel’s için şık bir promosyon ürünü olabilir, voli daha da sert vurulabilirdi. Ancak, aldığı alkolün etkisiyle olacak, Jack Daniel’s kapaklarının, çevrilerek açıldığını, o an aklına getiremedi... Ah o yanıp sönen mavi ışıklar! Onların, sahneden gözlerinin içine içine, gece boyunca batıp çıkan </span><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">lazer ışıkları</span><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">nın frekansından doğduğunu söylemem, sanırım gereksiz. Uygun form ve ebatlarda üretildiğinde pekâlâ oyuncak elektroşok tabancası olarak da pazarlanabilecek bu akıl şaşırtan sistem, ah o mavi ışıklar!..</span></div>
<div style="text-align: justify;">
<div style="text-align: left;">
<div style="text-align: left;">
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; color: black; line-height: 115%;"><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif"><span class="apple-style-span"><br /></span></span></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; color: black; line-height: 115%;"><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif"><span class="apple-style-span">Çakmağın arka yüzüne gelirsek... Burada, dikdörtgen bir hacmi dört yerine üç vidayla sabitleyerek maliyette çok akıllıca bir çözüme giden başarılı işadamının izlerini buluyor oluşumuz, doğaldır. Üzerine yirmi sekiz adet küçük çaplı oylum kakılmış alüminyumparlak alaşım, barın tuvaletinde kullanılan malzeme hakkında net bir intiba sunarken, bulunan fikrin gözkamaştırıcı imgesini yansılamaya elbet müsaitse de, ben tercihimi, ferâsetli beyefendinin bara, görkemli bir Harley Davidson’ın sırtında, saçları <i>külrengi kumrular gibi </i>uçuşarak</span></span></span><span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; color: black; line-height: 115%;"><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif"><span class="apple-style-span">, güneş gözlüğünün camları sokak ışıklarıyla tek tek parıldayarak, ve </span></span></span><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 18px;">sütbeyaz, </span><span class="Apple-style-span" face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 18px;">Made in Thailand gömleği paraşüt gibi şişerek gelmiş oluşundan yana kullanıyorum. Peygamber vitesinde...</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;">Zeynep, yemeğe gelmiyor muyum diye soruyor. Ardında bir uçak sesi.</span><br />
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
<span face=""verdana" , sans-serif" style="background-color: white; line-height: 115%;"><br /></span>
</div>
</div>
</div>
</div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-24973952459268455272011-08-10T22:25:00.085+03:002024-03-05T17:15:07.854+03:00Gümbedek<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjaAGl1KB5bgumSSb-3oel49SEFs2LBjoNfgzlXrzeXn1tXdXB6uCsJqa3jV6Sd_sjXT9hI6EnXKfdLYhFtfFIetEYPA4YtqBM6I9Qc9l1BBmg2xXLQ2nJeIffCnSVDXJT7DKoO/s1600/nottobe.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5639310990611769266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjaAGl1KB5bgumSSb-3oel49SEFs2LBjoNfgzlXrzeXn1tXdXB6uCsJqa3jV6Sd_sjXT9hI6EnXKfdLYhFtfFIetEYPA4YtqBM6I9Qc9l1BBmg2xXLQ2nJeIffCnSVDXJT7DKoO/s400/nottobe.jpg" style="float: left; height: 233px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; text-align: center; width: 466px;" /></a>
<br />
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br />
<br />
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i><br /></i></div>
<div>
<i>Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Sevgili Komşum,</div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Ramazan davulunun otoriter ritmi eşliğinde, gecenin şu en şizofrenik saatlerine doğru sokulurken, sevdiğim büyüğüm, değerli iş ortağım Aykut’un, arabasının sileceklerine iliştirilmiş notunuzu bana göstermesinden bu yana geçen yaklaşık dört buçuk saat boyunca, size yazıp yazmama düşünüşleriyle epeyi bir oyalandım. Sözkonusu ticari aracın şahsıma ait olmaması, dolayısıyla notunuzun bana özel yazılmamış oluşu, sorguyu baştan anlamsız hale getirse de, bir yolunu bulup evime girmeyi başarmış, böylesine duyarlı, öylesine açıkkalpli bir sesi, hayır, karşılıksız bırakamazdım. <i>Aykut’la ne işler peşinde olduğumuzu burada söylemem, sanırım yersiz...</i><br />
<i><br /></i></div>
<div>
<i>
</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Şu masamda görmüş olduğum beş cümleye yedi satır ebatlarındaki bu <i>orijinal </i>not, birincil ödevi gereği okurunu bir daha aynı eylemi gerçekleştirmekten men etmesini pek iyi beceriyor, önce bunu takdir etmek gerek. Hiç tanımadığı bir insana bir mesaj iletirken, mecra yapısı gereği tek kollu iletişim biçimini koza çevirmiyor oluşunuzdaki titizlik, belki de mass media'ya inancını çoktan yitirmiş birisi olarak beni, ayrıca etkiledi. Söylememe izin verin: notunuz üzerine Aykut’la bir dakika kadar konuştuk. Bu bir dakika, en az otuz yıldır tanıdığım, zaman geçirmekle hep içten içe gönendiğim, her ne kadar boyum yetmese de felsefî sohbetiyle esriyip gittiğim bir insanı ayda yılda bir yakalamışken harcanmışsa, enikonu uzun bir süre, sizi temin ederim. <i>Aykut’la ne işler peşinde olduğumuza gelince... bu kimseyi ilgilendirmemeli.</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Sevgili komşum, güzelsiniz. Eminim: o lastikleri patlayasıca 'bütün arabaların ve çöp kamyonlarının sesini' duyduğunuzda, uyuyordunuz. Yatakta, seslerin birazdan kesileceğine dair serinkanlı umudunuzla-uykunuzu saatlere bölüştürmeniz, artık sonunda pes ederek birden öylece doğruluşunuz, bir hışım başucunuzda duran günlüğünüze uzanışınız, kucağınızdaki defterde ilk bulduğunuz boş alana hızla satırlarınızı sıralayışınız geliyor gözümün önüne. İnce uzun bir tişört mü vardı üzerinizde? Arkası beyaz, ön yüzü eflâtun bordürlü bir kağıtta bulunan bu düpedüz şiirsel sözler, yazım stiliyle <i>çok yazan</i> bir ele ait olduklarını söylerken, onların hemen altında belli belirsiz seçilen pembe uçla yazılmış harfleriyle, bunun sizin günlük defteriniz olduğunu düşündürüyor bana, elimde değil. Bir önemi, yok elbette... Peki kağıdınızın muntazaman yırtılmış dipdiri gövdesine bakıp, yazmaya koyulduğunuz anki eflâtun öfkenizin şimdi biraz pembeye çaldığını düşleyerek avunç içine düşmem, şapşallık mı sayılmalı acaba? <i>Malûm burası Cihangir; </i><i>“Alev Alatlı falan olsa ya yazan..” </i><i>dedim </i><i>Aykut’a,</i><i> biraz gülüştük.</i><br />
<i><br /></i>
<i><br />
Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
“Bir daha arabanızı buraya koymayın lütfen!” cümlesinin bir başınayken dayattığı keyfiliği, o çiğ çirkinliği devirişinizdeki yetkinlik, bugün handiyse unuttuğumuz, özlediğimiz, çarpıcı bir incelik. Mahir bir kuyumcu edasıyla başa ve sona hassasça yerleştirilmiş bir çift “!” işaretinizin, garibân muhatabının tepesine -durup dururken- dikiliverme sevdalısı alikıranın elindeki çalıçırpı değil: Yaşatma gafletinde bulunulmuş kasvetin rütbesini, göklerden indirip, okurun omuzlarına olduğu gibi çökertme emeliyle ışıldayan enfes art direksiyon unsurları olduklarından söz edilebilir. “Doblo’nun sahibi kim?” misli kendinize ait olmayan yalın bir cümleciği tutup da notunuzun orta yerine o denli tumturaklı yuvaladığınız yetmezmiş gibi, gecenin bir körü, ve üstelik uykulu, ve üstelik huzursuz olmanıza rağmen "tırnak" işaretlerinizi eksik etmemiş oluşunuz, sonra, 'buradan' yerine 'burdan' yazmayı uygun gören o inisiyatifçi, minimalist üslubunuz, o “bütün arabalar”, “çöp kamyonları”, “avaz avaz bağıran adamlar”: Doblo!.. <i>O adamlar bilmeliler: Aykut’un arabası Doblo değil, Caddy.</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Siz. Siz bu satırları bugün akşamüzeri yazdınız. Ne var ki, beni dün geceye götüren, sizsiniz. Ne yapalım, kabahat sizin. Ayrıca siz: Kadın olduğunuz fikrine nereden kapıldığımı soracak bir kadına benzemiyorsunuz. <i>Aykut içerde uyuyor, sabahtan işleri var. </i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<i>Gümbedek güm!</i></div>
<div>
<i><br /></i></div>
<div>
<i>Güm!</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Davulcu, köşeyi dönerek uzaklaşıyor. <i>iTunes, search: “I could” - 3 results found: </i><br />
<i><br /></i></div>
<div>
<i>
</i></div>
<div>
<i>Patrica Barber - I Could Eat Your Words </i><i>(deleted file)</i><br />
<i>Petra Berger - I Couldn't Say No (deleted file)</i><br />
<i>Roxette – Wish I Could Fly</i></div>
<div>
<i><br /></i></div>
<div>
<i>
</i></div>
<div>
<i>Play!</i><br />
<i><br /></i>
<i><br /></i>
<i><br /></i>
<i><br /></i></div>
<div>
<i>
</i></div>
<div>
<i>
</i></div>
<div>
<i>
</i></div>
<div>
<br /></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-40882550967224150492011-06-27T17:44:00.006+03:002024-03-05T17:24:22.000+03:00kırmızı sihir<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicjWsKiBuUGEJhxB7FuKJl3IvRYC3Wh23Ygh4W7afHluFd3ye7Nrgn1pd0Sud02lzdJJ9bwEdPYRUtkYx5ap9pE1UbCSOQC931_SfOsFTfryVhpSw6_yhDwC80bA_1mxEhZDbD/s1600-h/termometre.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5312412625215445058" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicjWsKiBuUGEJhxB7FuKJl3IvRYC3Wh23Ygh4W7afHluFd3ye7Nrgn1pd0Sud02lzdJJ9bwEdPYRUtkYx5ap9pE1UbCSOQC931_SfOsFTfryVhpSw6_yhDwC80bA_1mxEhZDbD/s200/termometre.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 200px; margin-bottom: 10px; margin-left: 0pt; margin-right: 10px; margin-top: 0pt; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 200px;" /></a>5 yaşında falan olmalıyım.. oturma odasının duvarındaki termometreye aklım ermiyordu. altında kırmızı mini bir topu bulunan ve ısıya göre yükselerek sıcaklığı ölçtüğü ebeveynlerim tarafından şahsıma deklare edilmiş akıl sır ermez bir aygıt. cıvaymış içindeki de. vay be.. cıva he mi?<br />
<div>
<br /></div>
<div>
babamın <span style="font-weight: bold;">"kırılırsa eğer, yerde bilye gibi seker bu cıva.." </span>demesiyle termometre gözümde iyiden iyiye gizemli bir kimliğe bürünmüştü. zaman zaman kimse görmeden termometreyi duvardan indirir, uzun ve kaygan çubuğunu öper koklardım. haha..dur lan anlatıyoz.. zaman zaman kimse görmeden termometreyi duvardan indirir, o uzun ve kaygan çubuğuna dokunur, parmağımı kırmızı mini topunda beklettikçe kırmızı çizgisinin usul usul yükselişini seyrederdim. o yaşlarda bir şeylere yön veriyor olmak çocukların en sevdiği şeylerden birisidir. su tabancası yahut uzaktan kumandalı araba benzeri oyuncaklar bu yüzden onları delirtir. lakin vücut ısımla bir noktaya kadar yükseltebildiğim termometrenin kırmızı çizgisi o noktadan sonra hareket etmiyor ve oyunum çok geçmeden son buluyordu. ayrıca nasıl yükseliyordu?? sihirbaz mıydım yoksa? <span style="font-weight: bold;">"ben dokununca yükseliyo bakınnn!! :)"</span> diyerek ağbimi kıskandırma girişimlerinde bulunduğumu ve <span style="font-weight: bold;">"oğlum bırak onu kırılır.. oyuncak mı o?"</span> dediklerini de yine dün gibi anımsıyorum sevgili ebeveynlerimin.<br />
<br />
İçinde cıva denen o kışkırtıcı kırmızı eczanın bulunduğu termometre, duvarda gün geçtikçe dev bir soru işaretine dönüşüyordu. Her 10 dakkada bir koltuğun üzerine çıkıp ta dibine girerek <span style="font-weight: bold;">"vuhaa..anne yükseliyo bu!"</span> dediğim günlerden birinde bizde çay içmekte olan<br />
teyzemin <span style="font-weight: bold;">"meteorolog olacak herhalde bu çocuk.."</span> demesini ve ağbim dahil herkesin gülmesini geçen salı günü gibi anımsıyorum...<br />
<br />
Evde kimseciklerin olmadığı bir gün termometreyle başbaşaydım işte. Aylardır uygulamayı düşündüğüm müthiş planımı hayata geçirmenin artık vaktiydi. Termometreyi duvardan indirdim. Bu cıva denen şey ısınarak yükseliyorsa kibiritin ateşine acaba ne tepki verecekti? elimi koltuğa sürterek yaptığım denemelerde en fazla 30'u gösteren çubuk bu kez en yüksek sınır olan 50'yi de görebilir miydi yoksa sayın seyirciler? Evde kimse yokken her çocuğun mutlaka denediği kibritle oynama oyunundan gelen tecrübemle mutfaktan aldığım kibriti kutusuna usta bir hareketle sürttüm ve sigaramı yaktım. pff..ya bi git..titreyen minik ellerimi yavaşça masada duran termometrenin kırmızısına yaklaştırdım. Aman allahım yükseliy...<span style="font-size: 21px; font-weight: bold;">"Puffmm!"</span><br />
<br />
Termometrenin minik kırmızı topu patlamış, her yan kan revan içinde...minik kırmızı topu patlamış ve termometre kapkara olmuştu. Ter içinde kalmıştım. Hemen yerlere bakındım. Yerlerde bilye falan yoktu. Termometreyi yerine astım.<br />
<br />
"Big-Bang"den 3 gün sonra annem <span style="font-weight: bold;">"A-aa..nolmuş buna böyle??"</span> diyerek önce termometreye ardından bana baktı. Ben soğukkanlı bir katil gibi: <span style="font-weight: bold;">"Memet onu kibritle patlattı!"</span> diyerek büyük bir iftiraya imza attım. Ağbim her ne kadar <span style="font-weight: bold;">"hayır ben yapmadım o yaptı!" </span>diyerek ağlasa da günde 20 sefer termometreyle yatıp kalkan bir meteorolog adayının böyle hunhar bir davranışta bulunamayacağına kanaat getiren aile büyüklerimiz Memet'i suçlu buldular. Sonra kuşpalazı falan olmuştu, öyle anımsıyorum..</div>
<div>
<br />
<i>2002</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<br /></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: #333333; font-family: "verdana"; font-size: 11px; line-height: 15px;"><br /></span></div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-65748715125376802372011-02-13T21:10:00.172+02:002019-10-18T23:16:28.344+03:00Kill Bill: Kadının zaferi mi?<div style="text-align: left;">
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCYjrXLQ-CwIt0_8gbUlPm_yXKQVv9ILbmUkKRn4cVtcw6Xl9OIztz3lIOf6M70zzhNBJHGO-XVJCey7FLG2Am01RDh3R2F6WBUueQHSkdlsxohOXkxuT6pZekRwo1JAM-V_6w/s1600/kill_bill.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5573253805422994482" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCYjrXLQ-CwIt0_8gbUlPm_yXKQVv9ILbmUkKRn4cVtcw6Xl9OIztz3lIOf6M70zzhNBJHGO-XVJCey7FLG2Am01RDh3R2F6WBUueQHSkdlsxohOXkxuT6pZekRwo1JAM-V_6w/s320/kill_bill.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 320px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 240px;" /></a><span class="Apple-style-span"><span style="font-style: italic;"></span></span></span><br />
<div style="text-align: right;">
<span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span"><span style="font-family: "verdana" , sans-serif; font-style: italic;">Güneş'e</span></span></span></div>
<span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;">
<br />Quentin Tarantino’nun, senaryosunu Pulp Fiction filminin çekimleri sırasında Uma Thurman’la olan sohbetlerinde filizlenmiş ‘The Bride’ karakterinden yola çıkarak yazdığı Kill Bill, 4 saatlik uzunluğa erişince ikiye bölünerek 2003-2004 yıllarında art arda gösterime girer. Film, Tarantino’nun tüm filmlerinde olduğu gibi ağırlıklı olarak Hollywood, Western, Japon filmlerinden motifler taşısa da bana göre <a href="http://kedikumu.blogspot.com/2009/11/18-matrix-filminde-cinsellik-ya-da_1843.html" target="_blank">The Matrix</a> serisini anımsamak tek başına yeterlidir.
</span></span></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"></span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><span class="Apple-style-span">
<br />Kill Bill, erkek ve kadın arasındaki ‘iktidar’ mücadelesinden söz açar. Ayrılık öncesi ve sonrasında tarafların tutumlarını gösterirken pekâlâ erkek ve kadın doğası üzerine tartışır.
<br />
<br />Detaya hiç girmeden, ikinci filmin son sahneleri üzerinden birkaç şey söylemek isterim, zira burada ‘aşıkların’ Bill’in evinde giriştiği diyalog –ki buna bir David Carradine tiratı demek daha uygun düşer- tüm filmin özeti niteliğindedir.
<br />
<br />Başlarken, Kiddo’yu ‘ufaklık’ diye Türkçeleştirdiğimizde Bill’in Beatrix'i nasıl ‘küçümsediğini' açıkça görürüz. Bill ile yüzleşmeye gelene kadar önüne çıkanı Hattori Hanzo kılıcıyla biçen Kiddo, Bill karşısında birdenbire güçsüz ve aciz konuma düşer. Kill Bill’de Hattori Hanzo kılıcı fallus (iktidar) simgesidir. Sayısız örnek verilebilir ama başta madem Matrix’i andık öyle söyleyelim; Matrix’de Morpheus Neo için neyse Kill Bill’de Bill, Kiddo için odur. Adından da anlaşılacağı gibi Kill Bill, Kiddo’nun fallik figürünü öldürme ve fallusa (iktidara) sahip olma ihtirası üzerinedir. O kadar öyledir ki, kılıç ustası Hanzo-San’a bir Hattori Hanzo kılıcı yaptırmak için Kiddo, ona ancak Bill’in referansını sunmak zorundadır. Yani, Bill’in evine gelene kadar fallik bir kadın figürü (femme fatale) olarak türlü belaların üstesinden gelmiş olsa da </span>–ki yine; dövüş sahneleri tıpkı Matrix’deki gibi cinsellik ve gönül ilişkisi de içerir- bu, yalnızca o kadardır. Kiddo Bill’i henüz alt edememiş, yenememiştir, ve evet; unutamamıştır. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br />
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3HfVTpAXca4-0qeOxrI6xcOOEcrrdqFaDtNit3AfRdy71O57hRpt7OzT5tx9bD7rzYOyeZEL2-bZmKUE2_Q6lcnWP7xmnNwtTR-g-kuf3zl4aLUsplj5B5fdPs0DvglIOpqx2/s1600/hattori_hanzo.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5573254031638785042" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3HfVTpAXca4-0qeOxrI6xcOOEcrrdqFaDtNit3AfRdy71O57hRpt7OzT5tx9bD7rzYOyeZEL2-bZmKUE2_Q6lcnWP7xmnNwtTR-g-kuf3zl4aLUsplj5B5fdPs0DvglIOpqx2/s320/hattori_hanzo.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 254px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 443px;" /></a>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br /><br />
<br />
<br />Bill’in tiratı boyunca kendinden oldukça emin bir duruşla ettiği berrak sözleri; erkekte akıl ve sevginin birlikte zenginleştiğini seslenirken, kadının içinde gizli bir ‘katil’ olduğuna işaret eder. Bill, Kiddo ile dalga geçmektedir ancak kadın ve erkeğin birbirlerini anlamasının mümkün olmadığını özellikle belirtmekten geri durmaz. Manidardır; anlaşabilmek için Kiddo’ya ‘keyif verici’ bir ok saplar, kendisiyse alkol almaktadır.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Bill, konuşmasını meşhur ‘Süpermen tiratı’ ile sürdürür. Süpermen’in Süpermen olmak için Örümcek Adam gibi diğer çizgi kahramanlara benzer bir kostüme, bir değişime ihtiyacı olmadığından söz eder. Bu, şüphesiz kendisidir. Lakin Kiddo ise başka birisiyle evlenerek El Paso’da ‘Clark Kent’ gibi sıradan bir kimlik içinde yaşama yolunu seçmiştir. Mutlu olamayacağını bile bile...</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<i style="font-family: Verdana, sans-serif;">Evet, sen de isterdin sanırım huzurlu yaşayabileceğin bir hayatın planlarını yapabilmeyi; kolaya indirgenmiş, biraz fazlayı aşırılıkta aramayan, ölçülü bir heyecanla kritersiz bir maceraya aday kahraman olmayı. “Rüzgara dur, yağmura yağma, mevsime değiş” demeyi; doğru, hepimizde biraz tanrıyı kıskanmak var galiba. Bütün günahlar da buradan kaynaklanıyor adeta. Hırslarımızın, çekincelerimizin odağı burası. Kazanmaktan çok, kaybetmeyi göze alabiliyoruz. Çikolata bile kurtlanabilir. Dondurma erir. Çiçek solar. Galiba önemli olan, onları yerinde yaşamak, yerinde korumak! Birer hatıraya dönüşseler bile! Kaç ölüme kaç doğuma şahit olduğunu hatırlayabiliyor musun? Sevmek, ifade edebilmek kadar, ifadeyi unutmamaktır da. (küçük İskender, Bir Nedeni yok Yalnızca Öptüm)</i><span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"> </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><span class="Apple-style-span"><br />
</span>Kadın için sevgi öznesi kadının ‘doğasına’ göre her an değişmeye müsaittir. Kiddo, Bill’i severken aniden ondan olacak çocuğunu ya da bir başkasını sevgi öznesi yapabilmektedir. Burada açıkça vurgulanan nokta kadının öne sürmeye çabaladığı ‘bahanelerin’ erkeğin ona olan sevgisinin önüne geçemediğidir. Kadın, bunu önemsemeyecek/farkına dahi varamayacak kadar farklı bir dünyaya geçmiştir. Karnında Bill’in bebeğiyle başka bir adamla evlenerek, Bill’in kendi deyimiyle, onun ‘zıvanadan çıkması’ için elinden geleni yapmıştır. Üstelik Bill de bir katildir, fakat gözden kaçırılmaması gereken Bill’in bunu kendisinin dile getirmesi ve çokça yaralamış olsa da Kiddo'yu 'öldürmemesidir'. Bill ben de bir katilim derken, şüphesiz "aşk"a inanmayan ve Kiddo dahil olmak üzere aynı anda birçok kadınla birlikte olan bir adamdır. Ancak bir tek Kiddo’yu sevmektedir. Bill, Kiddo’nun değil diğer kadınların ‘katilidir’. Özetle; Bill ne yaptığını bilen son derece tutarlı ve dürüst bir tutum içerisindedir. </span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;">
<br />Kiddo ise sevdiği ve üstelik de çocuğunun babası olan adamı gözünü kırpmadan ‘öldürür’. Spermlerine sahip olduğu erkekle işi bitmiştir. Ardından “ben kötü birisiyim” itirafına, ölmek üzere olan Bill’in karşı çıkışı, onun Kiddo’ya olan büyük sevgisinin kanıtı olduğu kadar, erkeğin kadını her şeye rağmen –başka bir seçeneği olmadığından olabilir mi?- sevdiğini söyler.
<br />
<br /><i>1994 Eliyle, Samanyolu'na
<br />
<br />Yaşadım, Tanrım,
<br />Yarım ve uluorta,
<br />Bir dahaki hayatta,
<br />Varsa öyle bir hayat,
<br />Şiir yazar mıydım,
<br />Bilmiyorum.
<br />
<br />Ama kadınlar, Tanrım,
<br />Öyle sevdim ki onları,
<br />Gelecek sefer
<br />Dünyaya
<br />Kadın olarak gelirsem,
<br />Eşcinsel olurum.
<br />
<br />Cemal Süreya</i><br />
<br />
Ertesi sabah Kiddo, elinde oyuncak ayısıyla banyoda salya sümük gözyaşı dökerken bir taraftan da histerik kahkahalar atmaktadır. Kadın, irrasyonel ve oldukça da sado-mazoşist bir varlık olarak ortaya çıkar.
<br />
<br />Eklemeliyim; biraz sabırlı olup filmin post-jeneriği izlendiğinde Shivaree<span style="font-style: italic;">'</span>nin söylediği <span style="font-style: italic;">‘<a href="http://www.youtube.com/watch?v=dHYDFClkqHw&feature=related" target="_blank">Goodnight Moon</a>’</span> şarkısı, elbet <a href="http://www.sing365.com/music/lyric.nsf/Goodnight-moon-lyrics-Shivaree/7884D81A4C0A7EF848256A94000B9432" target="_blank">sözleriyle</a> birlikte, kadının sado-mazoşist karakterini <i>adamakıllı</i> belirginleştirir. Görüntünün Bill'in ölümünden hemen sonra Kiddo'nun histerik yüz ifadesini gördüğümüz sırada renkliyken; devamında 'yıllar sonrasını' siyah-beyaza düşerek sunuşu çok anlamlıdır. Kiddo arabasında Hattori Hanzo'suyla yeni maceralara doğru yol alırken 'savaşı' önce kazanır gibi görünse de, tam tersine; 'kılıcıyla' birlikte yapayalnız kalır, neyin peşinde olduğu belirsizdir. </span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br />Fallus, erkek ve kadında aynı anda bulunamaz; ortada kazanan kimse yoktur.
<br />
<br />Asırlar boyu bir ferahlığa kavuşamamış bu bahse <span class="Apple-style-span">şimdilik </span>ucundan girdiğimi varsayarak yeniden dönmek üzere, Attilâ İlhan’ın; tahayyül edilen sevginin hiçbir zaman ‘gerçek olmadığı'nı, sevilen kadında ‘bulunan’ her şeyin 'atfedilen gerçek' olduğunu -dominant bir sesle- imleyen şiiriyle noktalıyorum:</span><br />
<div>
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;">
<br />
<br />
Böyle Bir Sevmek
<br />
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">ne kadınlar sevdim zaten yoktular</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">yağmur giyerlerdi sonbaharla bir</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">azıcık okşasam sanki çocuktular</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">bıraksam korkudan gözleri sislenir.</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">ne kadınlar sevdim zaten yoktular</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">böyle bir sevmek görülmemiştir</span></span>
<br />
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">hayır, sanmayın ki beni unuttular</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">hâlâ ara sıra mektupları gelir.</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">gerçek değildiler birer umuttular</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">eski bir şarkı belki bir şiir</span></span>
<br /><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span">ne kadınlar sevdim zaten yoktular</span></span> </span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;">böyle bir sevmek görülmemiştir
<br />
<br />yalnızlıklarımda elimden tuttular
<br />uzak fısıltıları içimi ürpertir
<br />sanki gökyüzünde birer buluttular
<br />nereye kayboldular şimdi kim bilir
<br />ne kadınlar sevdim zaten yoktular
<br />böyle bir sevmek görülmemiştir </span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br />
Attilâ İlhan
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Ek: ‘Süpermen tiratı’nda, Süpermen her ne kadar farklı bir yönüyle ele alınmış olsa da, burada durup; her zaman saygı ve sevgiyle andığım değerli hocam <a href="http://www.irfanerdogan.com/" target="_blank">Prof. Dr. İrfan Erdoğan</a>’ın <a href="http://www.irfanerdogan.com/sinema/supermen.html" target="_blank">‘Süpermen Kim ve Yaptığı İş Ne?’</a> başlıklı efsanevi makalesinden -Tarantino'yu belki istemeden üzerek- olduğu gibi alıntılıyorum:
<br />
<br /><span style="font-style: italic;">“Süpermen doğrunun ve haklının temsilcisidir. Hangi doğru ve hangi haklının? Serüvenlere bakarsak bunu açıkça anlarız: Egemen güçlerin çıkar hesaplarının tanımladığı doğru ve haklının... Süpermen sadece bir kent'in (metropol'ün, New York'un) değil bütün insanlığın koruyucu meleği kılığındadır. Süpermen, çok akıllı ve kurnaz kötü adamları, hainleri, katilleri, soyguncuları yakalar, kurdukları planları ve tahrip aletlerini tesirsiz duruma getirir, ve adalete temsil eder. Süpermen’in işi kurulu düzeni bozan kötü güçleri her gün yakalayıp adalet sistemine teslim ederek egemen bir dünya yapısını korumaktır. Süpermen iç savaşın durdurucusu, uluslararası sömürü düzenine karşı olan tehlikelerin bertaraf edicisi, ve düzenin belirlediği kurallar içinde toplumda kendini pozisyonlandırıp oyunu bu kurallara göre oynamayan "oyun bozarların" oyunlarının bozucusudur. CIA falan Süpermen'in çorabında saklanan küçük bir faredir.”
<br />
<br />
</span>Ek 2: </span><br />
<div>
<span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif;">
<br />DÜELLO
<br />
<br />Bir düelloda
<br />Daha büyük bir şey vardır
<br />Ve daha acıdır bu
<br />Ölümden de ölüm korkusundan da
<br />
<br />Bakarsın dün en güvendiğin kişi
<br />Karşı tarafın şahidi olmuş
<br />İşte acıdır bu da
<br />Ölümden de korkusundan da
<br />
<br />Daha da acısı vardır ama
<br />O da sevdiğin kadının
<br />Karşı tarafı ziyaret etmesidir
<br />Bu bir nezaket ziyareti de olsa
<br />Düello gerçekleşmemiş de olsa
<br />Acıdır bu
<br />Ondan da ondan da
<br />
<br />Daha da acısı
<br />Kılıcın elinde
<br />Alnında bir tutam güneş
<br />Kalakalıyorsun ortada
<br />
<br />Cemal SÜREYA<span style="font-style: italic;"> </span></span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif; font-style: italic;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Ek 3:<span style="font-style: italic;"> <span class="Apple-style-span" style="font-style: normal;">Jenerikte, Kiddo'nun öldürdüğü kadınların adlarının üstü çizilirken David Carrradine'e dokunulmaz. Kiddo, Bill'i unutamamıştır. Kill Bill 3'ü merakla bekliyoruz...</span>
</span>
</span><br />
<span style="font-style: italic;"><span class="Apple-style-span" style="font-family: "verdana" , sans-serif; font-style: normal;"><br /></span></span>
<span style="font-family: "verdana"; font-size: 85%;"><span style="font-style: italic;"><span class="Apple-style-span" style="font-style: normal;"><br /></span></span></span></div>
</div>
kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-25569483420773043382011-02-01T21:13:00.009+02:002013-08-11T03:13:19.090+03:00Firefox'da skandalilginç bişi oldu vaiz.. elim kolum rahat dursa belki de bunu fark edemeyecektim bak. gmail'ıma girmiş vaziyetteyken gmail favicon'una bastım bir de ne göreyimmm?<br />
<br />
anan zaaaa xD<br />
<br />
:'(<br />
<br />
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgk25COmqvOd2HGP8H89dbuuIALoUgrJG9YiLnFQsGbiLVsQh3wPCopOvpR5XegeozMNZNpWl7-tD0-_mB_3ECSTzcfkM8hhOA2rAc__MIWzB1dCc9Pp_AFT8SRDoXrbplyJxHF/s1600/anan_zaaa_xd.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5568802712324741394" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgk25COmqvOd2HGP8H89dbuuIALoUgrJG9YiLnFQsGbiLVsQh3wPCopOvpR5XegeozMNZNpWl7-tD0-_mB_3ECSTzcfkM8hhOA2rAc__MIWzB1dCc9Pp_AFT8SRDoXrbplyJxHF/s400/anan_zaaa_xd.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 124px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 400px;" /></a><br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
önce gmailına gir<br />
sonra twitter'dan gelen bir mesajı aç<br />
adres çubuğunun solundaki gmail ikonuna tıkl<span style="font-weight: bold;">a</span> :'(<br />
<br />
<br />kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-49215120176632519042010-06-09T22:37:00.005+03:002014-11-27T10:18:56.089+02:00Dost meclisi sohbetleri sözlüğü (1. Baskı)<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjovr9dA87XZfi5TCAK79vOsoeucx5xYs3TKjWA0aALFKE1B0BeXodk91JVs2mmk9c_EGHb4Y8EspYSRQQ2U3m6LrwnhmoKRjeSGDVigbw6SZ2r0U0bKrx-Wy1_gvvGKHLqxpK0/s1600/ev.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjovr9dA87XZfi5TCAK79vOsoeucx5xYs3TKjWA0aALFKE1B0BeXodk91JVs2mmk9c_EGHb4Y8EspYSRQQ2U3m6LrwnhmoKRjeSGDVigbw6SZ2r0U0bKrx-Wy1_gvvGKHLqxpK0/s320/ev.jpg" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5480862003199489682" style="cursor: pointer; float: left; height: 236px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 185px;" /></a><span style="font-weight: bold;">Gelecek var mı başka?:</span> kadro olmamış vaiz. Bu kadroyla pis geyik döner, beni açmaz. Şu sizin arkadaşınız bi hatun vardı onu da arasanıza?!<br />
<span style="font-weight: bold;"><br />Nedir abi şimdi son durum?: </span>konuyu uzattınız benim kafam dağıldı olm. Ben takip edemiyorum öle uzun konuşmaları. Bana bi özet geçiverin!<br />
<br />
<span style="font-weight: bold;">Çakmağı versene..:</span> çok konuşuyon lan hey gidili! Anlat tamam, yine anlat, ama şu çakmağı ver de, bari o ara az soluklan hele!<br />
<br />
<span style="font-weight: bold;">Oo güzel şarkı. Sesini açsana biraz?: </span>tamam iyicene bi konuşuldu, herkesin gönlü oldu, tartışmaya doyuldu! Azcık da susun, kendinizi müziğin ritmine verekoyun gari!<br />
<br />
<span style="font-weight: bold;"></span><span style="font-weight: bold;">N’apalım, çıkalım mı?: </span>bana iyice hal geldi ortamınızdan. Sizi de sikiim edeceniz muhabbeti de sikiim.. Ben kaçarca!<br />
<br />
<br />
sürer..<br />
<br />
<br />kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-40821881291845186882010-05-29T02:21:00.004+03:002010-05-29T02:23:38.653+03:00joe pesci vs. ian holm<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWcHXdT7b7-TDZD0TzO-txD0UoAZLtTBuOMn9qeodY6za1X5ONYTuAoNKW3pCg6cdzM-xgiiEuC4CF-hgeKCZCGqXcCl3tb6nHlo8qeDXiH9AIUb3VODzs26pXPDX_qm2PIp4g/s1600/joe_pesci.jpg"><img style="float: left; margin: 0pt 10px 10px 0pt; cursor: pointer; width: 141px; height: 157px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWcHXdT7b7-TDZD0TzO-txD0UoAZLtTBuOMn9qeodY6za1X5ONYTuAoNKW3pCg6cdzM-xgiiEuC4CF-hgeKCZCGqXcCl3tb6nHlo8qeDXiH9AIUb3VODzs26pXPDX_qm2PIp4g/s400/joe_pesci.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5476465131446881890" border="0" /></a><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjiBWuU8B1eSkWdlPlgFMnjrZIB0OlOLCaxuKgbGJIR07cMoZ-u3UdQhCKxX_hpkwYBQnyy9VxZSMEb__G6IiR26SSnsBWDxtiufiZ-n431VFdFOkzez3ltU4hmt48B1Q8c9A5l/s1600/ian_holm.jpg"><img style="float: left; margin: 0pt 10px 10px 0pt; cursor: pointer; width: 153px; height: 156px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjiBWuU8B1eSkWdlPlgFMnjrZIB0OlOLCaxuKgbGJIR07cMoZ-u3UdQhCKxX_hpkwYBQnyy9VxZSMEb__G6IiR26SSnsBWDxtiufiZ-n431VFdFOkzez3ltU4hmt48B1Q8c9A5l/s400/ian_holm.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5476465443949521986" border="0" /></a>kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-71676160801474044362010-05-15T16:29:00.003+03:002010-05-15T21:54:09.336+03:00noluyo be?!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiPfB_3UqlGb8L_B1uiso6r6DUkPwE0SDaVJ62-_A6HC2jJFOpHPj1sBJaOJPXwovD_YuavIpi6JzByTk9PFUUGCfj2OBDmXrEt_f1NevX7gPqAfoUmdx_ENL8764jkxNR1iTUf/s1600/yemek.jpg"><img style="float: left; margin: 0pt 10px 10px 0pt; cursor: pointer; width: 400px; height: 215px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiPfB_3UqlGb8L_B1uiso6r6DUkPwE0SDaVJ62-_A6HC2jJFOpHPj1sBJaOJPXwovD_YuavIpi6JzByTk9PFUUGCfj2OBDmXrEt_f1NevX7gPqAfoUmdx_ENL8764jkxNR1iTUf/s400/yemek.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5471572061327003970" border="0" /></a><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWg4MV6oRwdB6IE-0b0MrVS9lR1juRNyKcXg978QL3vHLcUJ1tM0DBhg-Uwum3IiUoCJ-MC9Z6HCY8_Qb82Wdx5HyoSk4JdAS6Qc-5XJuJ1eEgkk4Qkt02ftfKdG1UcjKvg-25/s1600/yemek.jpg"><br /></a>kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-47786564569439355212010-04-16T02:59:00.005+03:002022-02-15T18:19:08.298+03:00bir kelime bir işlem<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJVlWRbFfSnDAy2f3bkPWfbKy59mm7Y1-MpVMQouhXce7dLc-1DAI5ANAZ51yY5Qkv5uQqYP8nw9XIxo6pw5r6ZjSvKtnwuxCsTQruiWqcPXGRFTl7uMo4OlAv_J6lJt14LQgJ/s1600/sezai_ayd%C4%B1n.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5460518452291744562" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJVlWRbFfSnDAy2f3bkPWfbKy59mm7Y1-MpVMQouhXce7dLc-1DAI5ANAZ51yY5Qkv5uQqYP8nw9XIxo6pw5r6ZjSvKtnwuxCsTQruiWqcPXGRFTl7uMo4OlAv_J6lJt14LQgJ/s320/sezai_ayd%C4%B1n.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 320px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 240px;" /></a><span style="font-weight: bold;">Sezai Aydın</span>’lı <span style="font-weight: bold;">Bir Kelime Bir İşlem</span>’deki uzmanlar küçükken bana tanrı gibi gelirdi. Onlar yarışsa tüm yarışmacıları sikertirler diye düşünürdüm hep. Yarışmacıların tam sonuç ya da 10 harf bulduğu anlarda suratlarında oluşan ifadeye de kısaca <span style="font-weight: bold;">“apışıp kalmak” </span>dendiğini ise sonradan öğrenecektim. Yıllar geçtikçe bir yandan bu oyunda artan tecrübeleri ve kameraya olan aşinalıkları sayesinde gittikçe rahatlıyorlar (harddisc), diğer yandan yaşları ilerlediği için düşünme hızları giderek düşüyordu (ram) Neyse sıkıldım diyeceğim şey şudur: asıl Sezai Aydın hepsini sikertirdi istes<span style="font-weight: bold;">e</span>!..<br />
<br />
<br />kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-91659221650175749192010-04-14T16:18:00.006+03:002023-10-27T23:07:47.185+03:00Latifperdaz-î Hûmayûn Pişekâr Şemseddin Efendi<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh18XN2oh6KOs5aXq1gc32biPTL84mdf6LfASGwQUoGd-rwO3cGbJPlGe8pKsqDL5tAH8O-o-ENmalWPwAnb3GmcMA6UXfS9pXZ2q1w748rwXGj9b14-kD17bQDlqsYmrneOrzC/s1600/vantrilok.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5459981951272030850" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh18XN2oh6KOs5aXq1gc32biPTL84mdf6LfASGwQUoGd-rwO3cGbJPlGe8pKsqDL5tAH8O-o-ENmalWPwAnb3GmcMA6UXfS9pXZ2q1w748rwXGj9b14-kD17bQDlqsYmrneOrzC/s400/vantrilok.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 400px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 313px;" /></a>Dedemin büyükbüyükdedesi <span style="font-weight: bold;">Latifperdaz-î Hûmayûn Pişekâr Şemseddin Efendi </span>(D. ? – Ö. 1890)<br />
<br />
Erzincan’ın Yenişehir şubesinde dünyaya gelmiştir. İlkokulu <span style="font-weight: bold;">Erzurum Sümüklü İsmail Efendi İlkokulu</span>'nda okumaya çalışmışsa da bunda başarılı olamamış çünkü okul çok uzakmış. Bu yüzden <span style="font-weight: bold;">Necefli Suudullah Efendi Medresesi</span>’nin folklor kurslarına dışarıdan katılmış. Küçük yaşta sahne heyecanı dört bir yanını sarakoyunca da eğitim hayatını acilen sonlandırarak komedyen (pişekâr) olmaya karar vermiştir.<br />
<br />
O sırada köylerine gelen <span style="font-weight: bold;">Vakvak-i Curcuna Sirk İştiraki</span> adlı bir kumpanyanın gösterilerinden oldukça etkilenen küçük Şemseddin, özellikle de zamanın ünlü güldürü ustası (pişekâr) <span style="font-weight: bold;">Çalçene İrfaniettin Efendi</span>’nin <span style="font-weight: bold;">(72)</span> karından konuşma (vantrilokluk) gösterisine adeta aşık olmuştur. Her gece evden kaçarak iştirakin gösterilerini en ön sıradan izliyor, bir gün kendisini de o sahnede şahsi komikliklerini yaparken hayal ediyordu.<br />
<br />
Bir gece kumpanya sona erdiğinde yanına gider ve şöyle der:<br />
<br />
<span style="font-weight: bold;">- Çalçene İrfaniettin Efendi!</span><br />
- Ne var lan piç?!<br />
<span style="font-weight: bold;">- Ehehee! Çok gülüyom size! Size hayranım ben. Beni de yanınıza alsanıza! </span><br />
- Da get işine akşam akşam.. bak ben kaç yaşıma geldim hala elimde kuklaynan veled eğliyom. Yürü git burdan piç gurusu!. Zaten kafam bi milyon!..<br />
<br />
Diyerek oradan uzaklaştırmıştır.<br />
<br />
Bunu kendisine yediremeyen küçük Şemseddin köyün marangozu <span style="font-weight: bold;">Gepetto</span>’ya giderek kendisine bir tane <span style="font-weight: bold;">Pinokyo </span>yapmasını rica eder. <span style="font-weight: bold;">Gepetto </span>o işin çok büyük prodüksiyon olduğunu, Pinokyo’nun telif haklarının zamanın ünlü yapım şirketlerinden <span style="font-weight: bold;">Walt Disney & Sons Co.</span>’da bulunduğunu, Walt Disney’e nazı geçse bile <span style="font-weight: bold;">Warner Bros & Brothers</span> ile papaz olduklarını, hala ödemesinin yapılmadığını ve bu yüzden kafasının bi milyon olduğunu birbir anlatır. Öyle kafasına estiği gibi her gelen çocuğa Pinokyo yaparsa mukaveleyi bozmuş olacağını dolayısıyla <span style="font-weight: bold;">Hamurabi</span> kanunlarının 71-A no’lu maddesine karşı gelmiş olacağından diri diri yakılacağını da ekler. Küçük Şemseddin ne diyeceğini bilemez, apışıp kalır.<br />
<br />
O aralık:<br />
<br />
<span style="font-weight: bold;">- O zaman sen de bana kukla yap! </span>diyerek sessizliği bozar.<br />
- Ne kuklası evladım? Size oyuncak yapmaya mı marangoz oldum yoksa ananıza babanıza gardrop şifonyer yapmaya mı?.. der.<br />
<span style="font-weight: bold;">- Şifonyer ne amca? </span>diye üstelemiş küçük Şemsettin.<br />
- Peki madem, yapalım.. diye karşılık vermiştir.<br />
<br />
Yıllar yılları kovalar. Küçük <span style="font-weight: bold;">Şemseddin</span> büyür ve artık bir dizüstü kukla sahibi olmuştur. Sünnet düğünlerinde vantrilokluk ve türlü komikliklerle yaşantısını sürdürür. Bu gösteriler ilk başlarda ilgi görse de, <span style="font-weight: bold;">Gepetto</span>’nun ölümünden sonra onu onurlandırabilmek için kuklanın kafasını <span style="font-weight: bold;">Gepetto</span>’nun kafasından aldığı alçı kalıpla yeniden inşa eden <span style="font-weight: bold;">Şemseddin Efendi</span>’nin işleri o günden sonra planladığı gibi gitmemeye başlar. Kuklanın kafasının kendi kafasından büyük olması yalnızca çocukları değil ortamdaki tüm yetişkinleri de irkiltmeye başlamıştır. Kimin kimi konuşturduğu artık iyiden iyiye işler çığırından çıkmıştır artık. Ömrünün son yıllarında kuklasıyla bir dargın bir barışık sürdürdükleri yaşantısı, sünnet düğünlerinde hiç konuşmadan aralıksız 8 saat oturması ile patlak vermiştir bile.<br />
<br />
Son nefesine kadar dizinden düşürmediği kuklası ile ölümünden 2 gün önce çekilen yukarıdaki fotoğrafta, <span style="font-weight: bold;">Latifperdaz-î Hûmayûn Pişekâr Şemsettin Efendi</span>’nin 250 yaşında olduğu söylenmekte ve artık sola yatan yorgun bedeninin bir sütun vasıtasıyla zeminden desteklenerek başlatılan restorasyon çalışmaları esnasında görülmektedir. Kuklasıyla da küs gitmiştir ama efendiliğini, cantiliğini her zaman muhafaza etmiştir. Allah rahmet eylesi<span style="font-weight: bold;">n</span>...<br />
<br />
<br />kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-17694318.post-16147792243699852412010-04-10T23:39:00.003+03:002014-11-17T21:15:22.190+02:00kill it!<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgMxhATGPr4Q0aUfShBH5BK4ZICSijS7j1Uw3jehfvFj2tuVdwpP17IBewE7aXOQ0Tmi6JIzvfmx9NGrbCaf9TAERzmxTUkrx03ZLoXlDprrwyqa9RftPPWJOaRmXmP39DdCULL/s1600/kilit.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgMxhATGPr4Q0aUfShBH5BK4ZICSijS7j1Uw3jehfvFj2tuVdwpP17IBewE7aXOQ0Tmi6JIzvfmx9NGrbCaf9TAERzmxTUkrx03ZLoXlDprrwyqa9RftPPWJOaRmXmP39DdCULL/s200/kilit.jpg" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5458611487870899714" style="cursor: pointer; float: left; height: 142px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 200px;" /></a>şu apartman kapılarının kilitlerini de ters monte etmenin manasını birisi bana açıklasın n'olur. delirecem olm burd<span style="font-weight: bold;">a</span>..<br />
<br />
<br />
<br />kedikumuhttp://www.blogger.com/profile/10949225682101526604noreply@blogger.com0