Cuma, Ekim 16, 2015

Yeniden Serpin ya da A’mak-ı Hayal


Özgür Uçkan'ın anısına

Geçen yıl Eylül ayıydı, Enis Batur’un Bilgi Üniversitesi’nde bir atölye yürüteceğini öğrendim. ‘İmgeyi Kazmak, Yazmak’ başlığı beni can evimden vurdu vurmasına ama, ben –sanırım herkes gibi- Enis Batur’u tanıyabileceğime sevindim, daha çok. Kaydımı yaptırdım, şimdi nedendi çıkaramıyorum, ilk hafta derslerine katılamadım. İkinci hafta gittim, dersler bitti, Enis Batur salonu terketti, ben de arkalarından çıktım. Merdivenlerden inerken, aklıma Enis Batur’un Cemal Süreya’nın Güz Bitigi kitabının yayımcısı olduğu düştü. (Enis Batur derste, sanat tarihinde ‘giyotin’ imgesi üzerinde gezinirken, Süreya’nın Göçebe şiirine de uğramıştı —ders aralarında sormak aklıma gelmedi.) Kendimi durduramazdım, kendilerine sordum: “Enis bey, siz Güz Bitigi'nin yayımcısısınız, bildiğiniz gibi kitap Serpin ile Nuri için yazılmış. O iki genç, sahiden, var mıydılar?” Enis bey tereddütsüz “Vardılar tabiî.” tok yanıtını verince olanları da tam hatırlayamıyorum... Bir ezginlik, bir yılgı, tarifi güç bir utanç duygusu... Bu blogda, hepitopu beş on metin kaleme almış, göndermiş, hiç değilse yeni bir şeyler söylemeye çalıştığını, hiç değilse sadece dürüst davrandığını sanarak avunan bir blogger müsveddesinin, dahası, son iki yazısını namus borcu sayarak yazmış, işin aslını bir bilenden öğrenesiye Serpin ile Nuri’nin kendisine göründükleri sanrısıyla yaşamış bi acâyip adamın, ne türden bir bozguna uğradığı, bilmem oradan duyulur mu?

Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, o iki gencin son yıllarında "Cemal’e" maddî-manevî destek olduklarını bildiğini, ama onları hiç görmediğini söyledi Enis bey yürürken. Ben de, can havliyle, çok bozulduğumu, Serpin ile Nuri’nin kurmaca karakterler olduklarını sandığımı, durmayıp bunu ileri sürdüğüm bir deneme yazdığımı, eğer görmek isterlerse yazıyı kendilerine ulaştırabileceğimi söyledim. Sağ olsunlar, teklifimi severek kabul ettiler. Eve varır varmaz makineyi açtım, yazıyı yolladım…

Ertesi hafta, bunu iyi anımsıyorum, bahçedeki yavru kedilerden biri hastalanmıştı, onu bırakamayınca, derslere gene katılamadım. Son hafta, ders öncesi bir sigara içmek için balkona çıktım. Enis Batur mail’ime doğal olarak bir yanıt vermemişti, bense doğal olarak Enis Batur’un yazıyı okuyup okumadığını, okuduysa ne düşündüğünü ölesiye merak ediyordum. Balkona çıktığımda Enis bey sigarasını içiyordu, göz göze geldik, kendisini başımla selamlıyordum ki o an hiç beklenmedik bir biçimde “Çok iyi yazı!” diyerek bana yöneldi ve beni oracıkta ikinci kez sersemletti. Böyle bir ânı 3-5 yıl önce yaşamış olsaydım yerden kesilir miydim, kesinkes kesilirdim. Yazmak için içimde korumaya çabaladığım kısık ateş iyisinden harlanır mıydı, harlanırdı. Gelgelelim, hem uzuncadır yazmıyordum, hem de o yazı ister Bilge Karasu’nun gözünde iyi olsun ne fayda: yazının bel bağladığı iddia uçtan uca bir yanılsamadan ibaretti, olacak iş değildi. Abarttığımı düşünen düşünür, benim için geri dönüşü olmayan bir yanlıştı bu. ‘Yazar’, yazdıklarını gün gelir, bozar. Ancak burada ‘iyi yazı’ ölçütlerinin dışına taşan bir durum var, sanıyorum: İnancı/güveni sarsan boyutunu görmezden gelebilirim, yanılmış olmak değil mesele: aynanın kırılması var.

Enis beye teşekkür ettim, korkarak sordum: “Ama, gerçektiler, değil mi?” – “Olsun. Belki alta küçük bir not ekleyebilirsin… Hem, Gerçek nedir ki?”

Enis Batur'un sorusu şüphesiz yerindeydi. Neticede mevcut gerçekler ile fayda-zarar ilişkisini keseli uzun zaman oluyor. Her okur, kendi gerçeğini de okur, biliyorum. Her metin kendi gerçeğini getirir, güzel. O küçük notu yazının sonuna eklemek için defalarca oturdum makinenin başına, ekleyemedim: “Ey okur! Sen bana bakma, ben atıp tutarım işte böyle. Yaşamımın en karanlık döneminden söz ettim sana, belki anlamışsındır. Enis Batur’dan öğrendim: Serpin ile Nuri gerçekten yaşamış, kanlı canlı iki genç kişi imiş meğer. Yanılmışım.”

Aylarca bekledim. Hiçbir şey yapmadan, öylece bekledim. Bozguna uğramıştım ama bir dalım vardı tutunacak: Enis Batur da Serpin ile Nuri’yi hiç görmemişti, tıpkı benim gibi. Yanılıyor olabilir miydi ki? Daha doğrusu, bu soy şakalar yapmayı seven Cemal Süreya, çevresindeki herkesi olduğu gibi, Enis Batur’u da inandırmış olabilir miydi? Evet, düşük bir ihtimal de olsa, ufak çaplı bir soruşturmaya girişmenin en doğru yol olacağına karar verdim bir gün: Serpin ile Nuri’yi gören/tanıyan birilerini bulmalıydım:

Önce -kolayıma geldiği için- Cemal Süreya’nın ikinci eşi Zuhal Tekkanat’a ulaştım. Zuhal hanım, Cemal Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, onları bizzat hiç görmediğini, tam emin olamamakla birlikte Serpin ya da Nuri’nin geçtiğimiz yıl vefat eden Vecihi Timuroğlu’nun gelini/damadı olduğunu söyleyerek, Vecihi beyin eşi Aysel hanımın telefonunu verdi. Aysel hanım, Zuhal hanımın yanıldığını, Serpin ya da Nuri’yi tanımadıklarını, ancak belki Cemal Süreya’nın yakın dostu Muzaffer Erdost ya da Ahmet Say’ın bunu bilebileceklerini söyledi. Mamafih, onlar da Serpin ile Nuri’yi hiç duymamışlardı…

İlk yazıda Serpin ile Nuri’nin olmadıklarından öylesine emindim ki, yalnızca bir kısmını alıntılamakla yetindiydim, Günler’deki ilgili bölümlerin: Merak eden bakacaktır diye düşündüm: Örneğin, 876. Gün, bir kitap getirir Nuri: "Bazı yerlerin altını çizmiş. Şöyle bir cümleyi tartıştık: "Beni henüz oluşmakta olan karakterler daha çok ilgilendiriyor." ..."

878. Gün, Serpin bu kez Odesa'dadır, oradan yazdığı mektupta sormaktadır: "Balzac, Bayan Hanska'ya tür ayrıntılar neden unutulmuyordu? Yazarı da, roman kişisi gibi algıladığımızdan mı?"

Balzac'ın, Oktay Rıfat çevirisiyle yayımlanan Modeste Mignon romanı, genç bir kadının (Bayan Hanska) bir yazın adamına yazdığı mektuplarla aşka dönüşen 'otobiyografik' bir serüveni anlatır. Anımsatmakla yetiniyor, Siz, Saatleri’nden okuyorum: 'Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?'

Yineliyorum: ‘Serpin ile Nuri’ Cemal Süreya’nın ta kendisidir. Önce o’dur, sonra 'herkes'. Şairin kendi şiirini özetler deyişiyle “Güneşten yırtılmış caz, kavaldan dökülen gökyüzü”dürler. Erkek-Kadın, Ölüm-Dirim, Doğu-Batı, Eski-Yeni, Hayal-Gerçek, Rüya-Gerçek ikilikleri, Serpin-Nuri ile içiçe geçer, gövde kazanır. Tıpkı, Behçet Necatigil çevirisiyle yayımlanan, Sadık Hidâyet’in dev romanı Kör Baykuş’ta olduğu gibi: ‘Nuri’nin Amerika’dan yolladığı Kör Baykuş’u okurken bir elimde de Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i bulunsun istiyorum nedense. Sanki ikisini birlikte okursam daha iyi olacak.’ (641. Gün)

Kazıyı sürdürebilirim, sürdürmeyeceğim.

Aslında, bunları yazmadan, Cemal Süreya’nın o derinlikli biyografisinin yazarlarından Nursel Duruel’den, 'Bayan Nihâyet' Birsen Sağnak'tan, belki Özdemir İnce’den, hatta Ülkü Tamer’den, ola ki Selim İleri’den sorulabilir(di) bir de Serpin ile Nuri: gerek duymadım — Universal Studios, Paramount Pictures gibi köklü kimi yapım şirketlerini arayıp, seksenli yıllarda kısa bir süre Antiller'de bulunmuş Serpin adlı bir senaryocu bayanın Jamaica senaryosunu satın alıp almadıklarını sormak, aklımdan geçmedi doğrusu...

Güz Bitigi, uçuşa elverişli kitap, diyorum.

Şakası yok.




Cumartesi, Şubat 22, 2014

Mitos



Son yazımın son cümlesinde kullandığım sözcük beni epey huzursuz etmişti. Ne ile değiştirmeli, aylarca kafa yordum buna. Bulamayınca, madem yazmış bulundum, hiç değilse üstünü çizeyim dedim. Serpin gitti ve bir daha dönmedi.

Adını Cemal Süreya’nın yalnızlığından aldı Serpin. Ona gözüm gibi baktım. Gözlerim dolardı onu öperken. Gün gelip de buralardan ayrılmaya karar verdiğinde, benim de 50’li yaşlarımda olacağımı hayal eder, o gün onunla beraber çekip gitmenin güzel olacağını düşünürdüm. Severdim de bu düşünceyi. Esenlik verirdi bana, güçlü hissederdim. Serpin bana esenlik verirdi.

Çok da iyi bilmediğim Kadıköy’ün sokaklarında onu haftalarca aradım. Bomboş sokakların gri birer çizgi halinde önümde uzadığı, evleri ve her şeyi siyahî siluetlere dönüştüren günler. Üçüncü gece yan sokakta karşıma çıkıveren, adını seslenince koşarak gelip bacaklarıma sürünen güzel kedi. Seni nasıl unuturum? O sendin Serpin, gördüm seni.

Duvarlarda ilanlar: Kayıp kedi Serpin. Bu duvarlara bu ilanları kim asmış? İşte bana bakıyor: En sevdiği kırmızı kanepesine tüm yumuşaklığıyla uzanmış, bu evdeki tek güzellik benim diyen o meşhur pozunu vermiş, hep bana bakıyor. Telefonlar: “Evet evet, çok benziyor Serpin’e. Cemal Süreya Sokak’tayım şu anda...”

Yine geldiniz mi yan yana Cemal ağbi? Onu ne çok özlüyorum... Tanığımızsın Cemal ağbi. Bir zamanlar oturduğun evin penceresinden her gece. Sarraf Ali Sokak'ın köşesindeki kahvenin camında resmin, her gece. Hiçbir şeyim yoktu akıp giden sokaktan başka, sen de gördün Cemal ağbi.

Serpin bir gün dönecek. Ben iyiyim. Artık ölüm gelmiyor aklıma Cemal ağbi.




Pazartesi, Ekim 21, 2013

Serpin


Hulki Aktunç, iyi bir kedi adında mutlaka S olmalıdır diyordu bir yazısında. Kedilerin S ile akraba seslere duyarlı olduklarını vurguluyordu ya, ben o yazıyı kediyi bulduktan sonra okudum.

‘Serpin’ adı ilk kez bir başka şairin, Cemal Süreya’nın güncelerinde çıkmıştı karşıma. Bir de sevgilisi vardı Serpin’in, Nuri.

Kim ola ki bu Serpin, ve Nuri? Onca değerli şairin yazarın arasında, iki gencin zaman zaman ve üstelik sadece adlarıyla anılıyor olmalarına tutuldum. Kıskandım onları. En çok da Serpin’i. Nasıl kıskanmam, Cemal Süreya’ya mektuplar yazıyordu Serpin, hem de güncelerine girecek kadar güzel mektuplar. Süreya da ona karşı daha bir sevecen görünüyordu. İkisine de öyleydi gerçi ama, Serpin’de Cemal Süreya’nın Kadın’a bakışı da açığa çıkıyor, özetleniyordu sanki.

Kim ola ki bu Serpin, ve Nuri?

Günler'den bir gün, 396. Gün, ilkin Nuri çıktı ortaya: 'Kokteylden sonra Nuri ile Taksim’e kadar yürüdük.'

Kim olacak, bir dostudur elbet… 508. Gün, gene Nuri: önce Galata Kulesi’nin yanındaki kahvede otururlar, oradan beraber Kasımpaşa’ya yürürler, yürürken Nuri, Aydın Emeç’in ölümünden, Ferit Edgü’den, Füruzan’dan, maliye müfettişlerinden konuşur; Haliç’e iner ve ayrılırlar: 'O, o tarafa gitti. Ben de Taksim’e.'

Kısa zaman sonra, 517. Gün, Cemal Süreya bu defa amcası Büyük Memo’nun cenazesi için Kasımpaşa’dadır. Kasımpaşa, derin kederin örtüsü altında, yıkık bir kent görüntüsüdür şimdi. Birden: 'Nuri aklıma geldi. Aramayacağım. Hem, Nuri, zaten…'

15 Mayıs 1986. 521. Gün. Tevfik Akdağ’dan Haldun Taner’in ölüm haberini öğrenir Süreya; yeniden yan yana gelir, Ölüm ve Nuri: 'Bir haftada üç ölümüz oldu. Dahası da var, muhakkak da, biz bilmiyoruzdur. Nuri ile Teşvikiye’de, bir yerde oturduk.'

Günler yürür, ikili üçlü buluştukları olur. Kimi bir kahvede otururlar, kimi kitaplardan konuşurlar, derken bir gün Amerika’dan Serpin’in mektubu çıkagelir, Serpin orada senaryo yazmaktadır, Nuri yurda döner…

Gençler ki yetişmekte diyorum içimden Süreya’nın Flaubert çevirisinden esinle. Merakım büyüyor işte: Öyleyse nerede Serpin ile Nuri, bugün? Neyse ki 774. Gün, ağır ağır, bir tuhaflık sezilir gibi olduydu: 'Serpin’i düşünüyorum. Antiller’den mektup atmış. Jamaica senaryosunu kabul etmişler. Nuri’ye benimle mesaj gönderiyor, hayret! Özlemişim Serpin’i.'

Buna dayanarak biraz soluklanıyorum fakat, emin olamıyorum, Güz Bitigi’nden dizeler karışmakta oysa güncelere:

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni. (604. Gün)

Günler’de yer bulan iki mektubun arasına (830. Gün) iki cümle girince, pürtelaş kalkıyorum yerimden: 'Serpin Brezilya’da. Nuri’ye göre o şimdi Güney Yarımküre’de.' — Sevda Sözleri’ni (YKY) çekip çıkarıyorum:

Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Çıkarıyorum da ne oluyor? Dizeleri buluyorum, o 20 şiiri iştahla okuyorum, güncelerdeki düşünceleri, imgeleri, yaşam kesitlerini seçebiliyorum hepsinde: hepsi bu kadar. Olağan buluyorum bunları; şiirlerle günler arasındaki aynalara bakmaktan mesutum, 'şairin hayatı şiire dâhil', görüyorum, gelgelelim sorunun ağırlığından kurtulamıyorum bir türlü. Tanrım, gerçekten…

784. gün

Serpin mektubunda ne anlatmak istiyor?

“Bir çay içimi yolculuk, ortak yaşanmış hayat yanılsamasını gerçeğe dönüştürüyor. Uzaklara yolculuk özlemi pekişiyor. Realite yüz değiştirerek geriliyor.

“En barışçı adaya ulaşmışken çeperlerde pusuya yatan o sinsi tehdit ne peki? Yaşama korkusunun serpintileri mi? Son yılları püskürük sivriltilerle, adalarla, meteor çukurlarıyla bezeyen özel azman kümesinin eşiğinde kristal yoğunluğundaydı bu korku.”  
Ağustos 1987

Yüzde 90 eminim şimdi. Bana öyle geliyor ki, Cemal Süreya birçok şeyi bir arada deniyor burada. Kendisini bir kadının yerine koyarak, kendisine mektup yazıyor bir defa. Amatör bir kalemi canlandırıyor. Öyle ki, 'ustanın gözüne girme telâşı'nı hicveden bir havası var metnin. Kitsch ile Sanat arasına incecik bir çizgi çekiyor, orada müthiş bir denge kuruyor. Hiciv dedim ama, Serpin’e toz kondurmuyor.

812. Gün geliyor, Cemal Süreya Güz Bitigi kitabını meğer Serpin ile Nuri için yazmış, öğreniyoruz. Yüzde 99, şimdi. Kesinlemek olanaksız, hâlâ.

868. Gün

“…Ayağımın dibine gümüş tellerle işli al bir gelin gömleği serilmiş. Bir zamanlar onu giymiş olanın yüzü yok ortalıkta. Yine de bedeninin kabartıları, sıcaklık dalga dalga yayılıyor. İçi boş kollarının üstüne birer mercan küpe yerleştirilmiş. Beline de örme bir altın kemer...”

Bir kısmını alıntıladığım "mektup" için üç olasılık söz konusu, bana kalırsa: Serpin’in mektubu sürüyor olabilir. Serpin’in yeni bir mektubu, olabilir. Ya da ola ki Nuri’dir bu kez, rüyasını anlatan.

Ne farkeder, bir kuşkum yok artık: Ne Serpin diye birisi var aslında, ne de Nuri. Diyorum, Cemal Süreya tüm 'kuzular için' yazmış son kitabını. Siz, Saatleri’nde, şunları söylüyor Serpin ile Nuri'ye: 'Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.'

Bir Mineli

Bir mineli altın saat,
Bir altın köstek ve madalyon
Bir roza maşallah
On iki miskal inci.

Madalyonunu ve boncuğunu
İttim içeri,
Gözlerimizin dibi karıştı
Dağyollarının uzak dumanı gibi.

Ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Bir sigara yakıyorum, boynunu ve yollarını düşlüyorum.

---

Aylar sonra bir gece, gecenin kara bir hayvan gibi sırtıma çöktüğü o gece, tıknefes, Güz Bitigi’ne sığındım. Kimseye gösteremediğim, görmenin de asla mümkün olmayacağı koyu belâ, günler günler saatler, nasıl, ne yapmalı..

Başımın üzerinden “Tanığınızım.” diye seslenen ak ışık.

Sen, Serpin!
Sen Serpin!
bahçemize şeytanı sokma sakın.





Perşembe, Temmuz 04, 2013

Yeryüzünde Randevu ve Soyut Bilinç Savaşı, Lâle Müldür



Lâle Müldür’e geliyoruz…

Lâle Müldür, “Anne Ben Barbar mıyım?” (1998) adlı kitabında yer alan konuşmalarında sık sık, Dünya’nın iflas etme tehlikesine, Dünya'nın tinsel çözümlenişine, bugün artık Dünya’ya duyu ötesi kavramların hâkim olduğuna, işaret eder. Ortalıkta karton adamların gezindiğini, herkesin çok sıkıcı olduğunu, hepimizin biraz patafiziğe ihtiyacı olduğunu, söyler. 

Denemeleri, konuşmaları ve kuramsal yazılarıyla kendi şiirini açarken, giderek Şiir'in kendisini, giderek büyük Zaman'ı yalın hatlarıyla ortaya koyan Müldür’ün, yerindeyse "dördüncü boyuta giriş kapısı" diyebileceğim özlü derleme kitabından, Sadık Battal'la olan konuşmasından aktarıyorum: 


Yeryüzünde Randevu ve Soyut Bilinç Savaşı

- Son zamanlarda soyut bilinç savaşı diye bir şeyden söz ediyorsunuz. Nedir bu ve nerede yaşanıyor?

- Dünyada yaşayan insanlar, esasen ruhlar aleminin varlıkları sanki. Önceden tanışıyorlardı ve yeryüzünde bir master planın etrafında karşılaşıp çarpışıyorlar. Sanki roller belirlenmiş ve herkes kendi rolünü oynuyor. Yeryüzünde bir soyut bilinç savaşı yaşanıyor. Ahmet Hilmi Balcı’nın deyimiyle herkes kanlı bıçaklı oldu. Bence Kuran’da buna işaret eden ayetler var.

“Kafir olanlar ise hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele verirler.”
Kehf (56)

“Biz o gün onları birbirinin içinde çalkalanır bir halde bırakmışızdır.”
Kehf (99)

- Bir anlamda ruhların randevusu, ruhların düellosuna mı dönüşmüş yani?

- Evet. Elbette düelloya dönüşmeyen randevular da yaşanıyor yeryüzünde. Olumlu anlamda ruhların randevusu, belki aşk ya da kardeşlik gibi durumlarla yaşanıyor. Bu transandantal buluşmaları istisna kabul edersek, insanların yaşıyor olduğu hali, genel bir çerçevede, soyut bilinç dediğimiz alanda ruhların düellosu olarak niteleyebiliriz.





Pazartesi, Temmuz 01, 2013

Geleceğe Dönük Bazı Tahminler, Bertrand Russell


Bertrand Russell, 1928 yılında yayımlanan 'Scepting Essays' [Sorgulayan Denemeler. Tübitak Yayınları: 1995] adlı kitabını ‘Geleceğe Dönük Bazı Tahminler’ başlıklı denemesiyle bitirir. Bu denemede Russell, 'uygarlığımızın gelişmesi için bütün dünyayı kontrol altına alacak merkezî bir otoritenin oluşturulması' teziyle hareket eder. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin gelecekte sıkı sosyal örgütlenmelere olanak sağlayabileceğini, böylelikle de dünyanın giderek "bütünleşik" bir gezegen olacağını öne sürer. Yazının bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum:

"...Uygarlığımız savaşlar sonucunda yok olabilir, veya Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi yavaş yavaş çökebilir. Ama eğer uygarlığımız sürecekse, bazı özellikler edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.

...gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları olan emekçiler ile, miras hakkıyla birlikte yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti yerinde kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır. Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden Türkiye'deki yeniçerilere uygulanana benzer şekilde, tutkulu bir askeri sadakat aşılanacaktır. Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini düşürmek ve diğer ülke insanlarını öldürecek askerleri sağlamak için, kadınlara çok çocuk yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir. Devletinkine karşı koyacak ana-baba propagandası olmayınca çocuklara aşılanabilecek yabancı düşmanlığının sınırı da olmayacaktır. Böylece, çocuklar büyüdükleri zaman efendileri için körü körüne savaşacaklardır. Görüşleri iktidar tarafından hoş karşılanmayan kişiler, çocukları ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek suretiyle cezalandırılacaklardır.

Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı insancıl duygusallığın birlikte uygulanmasıyla, toplumun adım adım iki kasta bölünmesi hiç de olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik kurumunu ve aile bağlarını koruyacak, alt tabakadakiler yalnız devlete sadakat besleyeceklerdir. Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek emekçilerde yüksek doğum oranını, hijyen ve tıp da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır. Böylece de, dünya nüfusunu sınırlandırmanın açlık dışındaki tek yöntemi savaşlar olacak; açlık da, ulusların birbiriyle çarpışması yoluyla önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda, Ortaçağ'daki Hun ve Moğol istilalarıyla karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir dönem gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere çabuk ulaşmasında yatacaktır.

...Ancak ben her yerde demokrasinin, zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde eğitim yapılmasına yol açtığını gözlüyorum.  Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar; ama tutucu oldukları için atılan yok. Bunun yakın zamanda değişeceğini varsaymak için hiçbir neden de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle, eğer uygarlığımız, daha uzun süre zenginlerin çıkarlarını kollamayı sürdürürse, kanımca sonu karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim içindir ki bir sosyalist oldum.

...Eğitim, bir azınlık dışında, daha çok "dinamik" denilen, yani insanlara duyu ve düşünceden çok, `yapmayı' öğretici türden olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak bu işlerin yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten aciz olacaklardır.

Belki de resmi bir "düşünürler" tabakası, bir de "duygucular" tabakası oluşacak (...) Resmi duygucular okullarda, tiyatrolarda, kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını saptayacaklar, ama bu duyguların nasıl yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır. Okul çocuklarının haylazlıkları göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir. Bununla birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi'nce onaylanan resimlerin sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin verilecektir.

...Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde silip süpürür. Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi başını kurtarabilir. Okuma ise, yerini gramofona, ya da ondan daha iyi bir icada bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır. Bunun gibi, günlük yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.

...İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her düzenlemede, sisteme, yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği önleyecek, ama kargaşaya yol açmayacak ölçüde, anarşizm enjekte etmeye gerek vardır. Bu da, teorik olarak çözümsüz olmayan, ancak günlük yaşamın düzensizlikleri içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas bir sorundur."



Pazartesi, Haziran 24, 2013

Dar Kapılar, Melih Cevdet Anday


Acı ve utanç duygularını yan/a/yana yaşadığımız bugünlerde, şairin bundan 37 yıl önce kaleme getirdiği denemesinden olduğu gibi alıntılıyorum. Tanrı hepimizi affetsin:

“…Ülkeyi kapitalist yoldan yürüyerek yükselteceklerini söyleyip yönetimi çağdışı bir sömürme düzenine dayayanlar, evet, toplumun uyanacağını, bir gün bu düzene karşı koyacağını düşünmemişlerdir. Tarihin kendi çıkarlarına göre akacağına inanan sömürücüler, evet, göstermelik bir çoğulcu düzenin sürdürülemeyeceğini, görünce şaşırmışlardır. Halka okuma-yazma öğretilmezse, gençlerin eline kahramanlık masalları ya da ermişler tarihi dışında kitap verilmezse, çağdaş düşüncenin toplumumuzda uyanmayacağını sananlar, evet, bu uğurda ülkenin geri kalmasına razı olmasına karşın, olayların onları dinlemediğini görüp korkmuşlardır. Hoşlarına gitmeyen her düşünceyi “kökü dışarda” diye damgalayarak başka kökü dışarda düşüncelerle halkı, gençleri sindirmek isteyenler, evet, dünyanın bugünkü genel durumu içinde bu korkutmacaların ancak gülünç düşeceğini anladıkları için köpürmüşlerdir. Halkı kazanamadıklarını anlayınca halka düşman olmuşlardır. Bugünkü korkunç olaylar hep hep dünün yaşanmış ve söylenmiş gerçeklerinden doğmadır. Ama dün bu olacakları söyleyenler, o günün güncel olayları içinde halkın gözüne çarpmıyorlar, yalnızca ceza görüyorlardı. Çünkü o zaman bu düşün politik açıdan güncellik kazanmamıştı, yazımın başında söylediğim buydu. Bir toplumun geleceğini görmeye kalkanlar, geleceğin toplumsal ve ruhsal yapısını kurmak için çalışanlar, genel ilginin dışında kalırlar, bilimin ve sanatın alınyazısıdır bu, çünkü güncelin heyecanını sömüren politika onları hep gölgede bırakır, kimse bilmesin ister geleceği.

Ancak bu mantık küskünlüğe değin vardırılmamalıdır, tarih boyunca bir çok özgün düşün atılmıştır ortaya, bunların bir çoğu yitip gitmiştir. Bu yitikleri kafa ürünlerinin bir kurbanı sayabiliriz. Çünkü toplum her yeni öneri için kurban istemekte ve almaktadır. Toplumun bir süre vurdum duymaz kaldığını görünce onu adam olmazlıkla suçlamak ne denli yanlış ise, bana sorarsanız, onun kurbanlar almasını olağan karşılamak da o denli yanlıştır. Gençlerimizin hain kurşunlarla vurulup öldürülmeleri karşısında, keşke toplumlar adam olmasalar da bir gencin yaşamı ortadan kalkmasa diyeceğim geliyor. Gücünü yitirmekte olan çağdışı bir düzenin çırpınışları karşısında bulunduğumuzu biliyorum, ama bu yüzden “Gidiş iyiyedir” diye yazmaya yüreğim yatkın değil. Ben anaların babaların yürek acılarına katılıyorum.

İnsanlık nice dar kapılardan geçti, kim bilir daha nicesinden geçecek! Bütün bu gidiş içerisinde insanın, bir tek insanın yaşamına, onuruna saygı tam anlamı ile ne zaman, nasıl yerleşecek dersiniz?"
(Nisan, 1976)

Anday, M.C. (1992). Dar Kapılar. Seçmeler – I: Kendi Seçtikleri (s. 258-259). İstanbul: YKY