Cuma, Ekim 16, 2015

Yeniden Serpin ya da A’mak-ı Hayal


Özgür Uçkan'ın anısına

Geçen yıl Eylül ayıydı, Enis Batur’un Bilgi Üniversitesi’nde bir atölye yürüteceğini öğrendim. ‘İmgeyi Kazmak, Yazmak’ başlığı beni can evimden vurdu vurmasına ama, ben –sanırım herkes gibi- Enis Batur’u tanıyabileceğime sevindim, daha çok. Kaydımı yaptırdım, şimdi nedendi çıkaramıyorum, ilk hafta derslerine katılamadım. İkinci hafta gittim, dersler bitti, Enis Batur salonu terketti, ben de arkalarından çıktım. Merdivenlerden inerken, aklıma Enis Batur’un Cemal Süreya’nın Güz Bitigi kitabının yayımcısı olduğu düştü. (Enis Batur derste, sanat tarihinde ‘giyotin’ imgesi üzerinde gezinirken, Süreya’nın Göçebe şiirine de uğramıştı —ders aralarında sormak aklıma gelmedi.) Kendimi durduramazdım, kendilerine sordum: “Enis bey, siz Güz Bitigi'nin yayımcısısınız, bildiğiniz gibi kitap Serpin ile Nuri için yazılmış. O iki genç, sahiden, var mıydılar?” Enis bey tereddütsüz “Vardılar tabiî.” tok yanıtını verince olanları da tam hatırlayamıyorum... Bir ezginlik, bir yılgı, tarifi güç bir utanç duygusu... Bu blogda, hepitopu beş on metin kaleme almış, göndermiş, hiç değilse yeni bir şeyler söylemeye çalıştığını, hiç değilse sadece dürüst davrandığını sanarak avunan bir blogger müsveddesinin, dahası, son iki yazısını namus borcu sayarak yazmış, işin aslını bir bilenden öğrenesiye Serpin ile Nuri’nin kendisine göründükleri sanrısıyla yaşamış bi acâyip adamın, ne türden bir bozguna uğradığı, bilmem oradan duyulur mu?

Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, o iki gencin son yıllarında "Cemal’e" maddî-manevî destek olduklarını bildiğini, ama onları hiç görmediğini söyledi Enis bey yürürken. Ben de, can havliyle, çok bozulduğumu, Serpin ile Nuri’nin kurmaca karakterler olduklarını sandığımı, durmayıp bunu ileri sürdüğüm bir deneme yazdığımı, eğer görmek isterlerse yazıyı kendilerine ulaştırabileceğimi söyledim. Sağ olsunlar, teklifimi severek kabul ettiler. Eve varır varmaz makineyi açtım, yazıyı yolladım…

Ertesi hafta, bunu iyi anımsıyorum, bahçedeki yavru kedilerden biri hastalanmıştı, onu bırakamayınca, derslere gene katılamadım. Son hafta, ders öncesi bir sigara içmek için balkona çıktım. Enis Batur mail’ime doğal olarak bir yanıt vermemişti, bense doğal olarak Enis Batur’un yazıyı okuyup okumadığını, okuduysa ne düşündüğünü ölesiye merak ediyordum. Balkona çıktığımda Enis bey sigarasını içiyordu, göz göze geldik, kendisini başımla selamlıyordum ki o an hiç beklenmedik bir biçimde “Çok iyi yazı!” diyerek bana yöneldi ve beni oracıkta ikinci kez sersemletti. Böyle bir ânı 3-5 yıl önce yaşamış olsaydım yerden kesilir miydim, kesinkes kesilirdim. Yazmak için içimde korumaya çabaladığım kısık ateş iyisinden harlanır mıydı, harlanırdı. Gelgelelim, hem uzuncadır yazmıyordum, hem de o yazı ister Bilge Karasu’nun gözünde iyi olsun ne fayda: yazının bel bağladığı iddia uçtan uca bir yanılsamadan ibaretti, olacak iş değildi. Abarttığımı düşünen düşünür, benim için geri dönüşü olmayan bir yanlıştı bu. ‘Yazar’, yazdıklarını gün gelir, bozar. Ancak burada ‘iyi yazı’ ölçütlerinin dışına taşan bir durum var, sanıyorum: İnancı/güveni sarsan boyutunu görmezden gelebilirim, yanılmış olmak değil mesele: aynanın kırılması var.

Enis beye teşekkür ettim, korkarak sordum: “Ama, gerçektiler, değil mi?” – “Olsun. Belki alta küçük bir not ekleyebilirsin… Hem, Gerçek nedir ki?”

Enis Batur'un sorusu şüphesiz yerindeydi. Neticede mevcut gerçekler ile fayda-zarar ilişkisini keseli uzun zaman oluyor. Her okur, kendi gerçeğini de okur, biliyorum. Her metin kendi gerçeğini getirir, güzel. O küçük notu yazının sonuna eklemek için defalarca oturdum makinenin başına, ekleyemedim: “Ey okur! Sen bana bakma, ben atıp tutarım işte böyle. Yaşamımın en karanlık döneminden söz ettim sana, belki anlamışsındır. Enis Batur’dan öğrendim: Serpin ile Nuri gerçekten yaşamış, kanlı canlı iki genç kişi imiş meğer. Yanılmışım.”

Aylarca bekledim. Hiçbir şey yapmadan, öylece bekledim. Bozguna uğramıştım ama bir dalım vardı tutunacak: Enis Batur da Serpin ile Nuri’yi hiç görmemişti, tıpkı benim gibi. Yanılıyor olabilir miydi ki? Daha doğrusu, bu soy şakalar yapmayı seven Cemal Süreya, çevresindeki herkesi olduğu gibi, Enis Batur’u da inandırmış olabilir miydi? Evet, düşük bir ihtimal de olsa, ufak çaplı bir soruşturmaya girişmenin en doğru yol olacağına karar verdim bir gün: Serpin ile Nuri’yi gören/tanıyan birilerini bulmalıydım:

Önce -kolayıma geldiği için- Cemal Süreya’nın ikinci eşi Zuhal Tekkanat’a ulaştım. Zuhal hanım, Cemal Süreya’nın Serpin ile Nuri’den söz ettiğini, onları bizzat hiç görmediğini, tam emin olamamakla birlikte Serpin ya da Nuri’nin geçtiğimiz yıl vefat eden Vecihi Timuroğlu’nun gelini/damadı olduğunu söyleyerek, Vecihi beyin eşi Aysel hanımın telefonunu verdi. Aysel hanım, Zuhal hanımın yanıldığını, Serpin ya da Nuri’yi tanımadıklarını, ancak belki Cemal Süreya’nın yakın dostu Muzaffer Erdost ya da Ahmet Say’ın bunu bilebileceklerini söyledi. Mamafih, onlar da Serpin ile Nuri’yi hiç duymamışlardı…

İlk yazıda Serpin ile Nuri’nin olmadıklarından öylesine emindim ki, yalnızca bir kısmını alıntılamakla yetindiydim, Günler’deki ilgili bölümlerin: Merak eden bakacaktır diye düşündüm: Örneğin, 876. Gün, bir kitap getirir Nuri: "Bazı yerlerin altını çizmiş. Şöyle bir cümleyi tartıştık: "Beni henüz oluşmakta olan karakterler daha çok ilgilendiriyor." ..."

878. Gün, Serpin bu kez Odesa'dadır, oradan yazdığı mektupta sormaktadır: "Balzac, Bayan Hanska'ya tür ayrıntılar neden unutulmuyordu? Yazarı da, roman kişisi gibi algıladığımızdan mı?"

Balzac'ın, Oktay Rıfat çevirisiyle yayımlanan Modeste Mignon romanı, genç bir kadının (Bayan Hanska) bir yazın adamına yazdığı mektuplarla aşka dönüşen 'otobiyografik' bir serüveni anlatır. Anımsatmakla yetiniyor, Siz, Saatleri’nden okuyorum: 'Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?'

Yineliyorum: ‘Serpin ile Nuri’ Cemal Süreya’nın ta kendisidir. Önce o’dur, sonra 'herkes'. Şairin kendi şiirini özetler deyişiyle “Güneşten yırtılmış caz, kavaldan dökülen gökyüzü”dürler. Erkek-Kadın, Ölüm-Dirim, Doğu-Batı, Eski-Yeni, Hayal-Gerçek, Rüya-Gerçek ikilikleri, Serpin-Nuri ile içiçe geçer, gövde kazanır. Tıpkı, Behçet Necatigil çevirisiyle yayımlanan, Sadık Hidâyet’in dev romanı Kör Baykuş’ta olduğu gibi: ‘Nuri’nin Amerika’dan yolladığı Kör Baykuş’u okurken bir elimde de Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i bulunsun istiyorum nedense. Sanki ikisini birlikte okursam daha iyi olacak.’ (641. Gün)

Kazıyı sürdürebilirim, sürdürmeyeceğim.

Aslında, bunları yazmadan, Cemal Süreya’nın o derinlikli biyografisinin yazarlarından Nursel Duruel’den, 'Bayan Nihâyet' Birsen Sağnak'tan, belki Özdemir İnce’den, hatta Ülkü Tamer’den, ola ki Selim İleri’den sorulabilir(di) bir de Serpin ile Nuri: gerek duymadım — Universal Studios, Paramount Pictures gibi köklü kimi yapım şirketlerini arayıp, seksenli yıllarda kısa bir süre Antiller'de bulunmuş Serpin adlı bir senaryocu bayanın Jamaica senaryosunu satın alıp almadıklarını sormak, aklımdan geçmedi doğrusu...

Güz Bitigi, uçuşa elverişli kitap, diyorum.

Şakası yok.




Cumartesi, Şubat 22, 2014

Mitos



Son yazımın son cümlesinde kullandığım sözcük beni epey huzursuz etmişti. Ne ile değiştirmeli, aylarca kafa yordum buna. Bulamayınca, madem yazmış bulundum, hiç değilse üstünü çizeyim dedim. Serpin gitti ve bir daha dönmedi.

Adını Cemal Süreya’nın yalnızlığından aldı Serpin. Ona gözüm gibi baktım. Gözlerim dolardı onu öperken. Gün gelip de buralardan ayrılmaya karar verdiğinde, benim de 50’li yaşlarımda olacağımı hayal eder, o gün onunla beraber çekip gitmenin güzel olacağını düşünürdüm. Severdim de bu düşünceyi. Esenlik verirdi bana, güçlü hissederdim. Serpin bana esenlik verirdi.

Çok da iyi bilmediğim Kadıköy’ün sokaklarında onu haftalarca aradım. Bomboş sokakların gri birer çizgi halinde önümde uzadığı, evleri ve her şeyi siyahî siluetlere dönüştüren günler. Üçüncü gece yan sokakta karşıma çıkıveren, adını seslenince koşarak gelip bacaklarıma sürünen güzel kedi. Seni nasıl unuturum? O sendin Serpin, gördüm seni.

Duvarlarda ilanlar: Kayıp kedi Serpin. Bu duvarlara bu ilanları kim asmış? İşte bana bakıyor: En sevdiği kırmızı kanepesine tüm yumuşaklığıyla uzanmış, bu evdeki tek güzellik benim diyen o meşhur pozunu vermiş, hep bana bakıyor. Telefonlar: “Evet evet, çok benziyor Serpin’e. Cemal Süreya Sokak’tayım şu anda...”

Yine geldiniz mi yan yana Cemal ağbi? Onu ne çok özlüyorum... Tanığımızsın Cemal ağbi. Bir zamanlar oturduğun evin penceresinden her gece. Sarraf Ali Sokak'ın köşesindeki kahvenin camında resmin, her gece. Hiçbir şeyim yoktu akıp giden sokaktan başka, sen de gördün Cemal ağbi.

Serpin bir gün dönecek. Ben iyiyim. Artık ölüm gelmiyor aklıma Cemal ağbi.




Pazartesi, Ekim 21, 2013

Serpin


Hulki Aktunç, iyi bir kedi adında mutlaka S olmalıdır diyordu bir yazısında. Kedilerin S ile akraba seslere duyarlı olduklarını vurguluyordu ya, ben o yazıyı kediyi bulduktan sonra okudum.

‘Serpin’ adı ilk kez bir başka şairin, Cemal Süreya’nın güncelerinde çıkmıştı karşıma. Bir de sevgilisi vardı Serpin’in, Nuri.

Kim ola ki bu Serpin, ve Nuri? Onca değerli şairin yazarın arasında, iki gencin zaman zaman ve üstelik sadece adlarıyla anılıyor olmalarına tutuldum. Kıskandım onları. En çok da Serpin’i. Nasıl kıskanmam, Cemal Süreya’ya mektuplar yazıyordu Serpin, hem de güncelerine girecek kadar güzel mektuplar. Süreya da ona karşı daha bir sevecen görünüyordu. İkisine de öyleydi gerçi ama, Serpin’de Cemal Süreya’nın Kadın’a bakışı da açığa çıkıyor, özetleniyordu sanki.

Kim ola ki bu Serpin, ve Nuri?

Günler'den bir gün, 396. Gün, ilkin Nuri çıktı ortaya: 'Kokteylden sonra Nuri ile Taksim’e kadar yürüdük.'

Kim olacak, bir dostudur elbet… 508. Gün, gene Nuri: önce Galata Kulesi’nin yanındaki kahvede otururlar, oradan beraber Kasımpaşa’ya yürürler, yürürken Nuri, Aydın Emeç’in ölümünden, Ferit Edgü’den, Füruzan’dan, maliye müfettişlerinden konuşur; Haliç’e iner ve ayrılırlar: 'O, o tarafa gitti. Ben de Taksim’e.'

Kısa zaman sonra, 517. Gün, Cemal Süreya bu defa amcası Büyük Memo’nun cenazesi için Kasımpaşa’dadır. Kasımpaşa, derin kederin örtüsü altında, yıkık bir kent görüntüsüdür şimdi. Birden: 'Nuri aklıma geldi. Aramayacağım. Hem, Nuri, zaten…'

15 Mayıs 1986. 521. Gün. Tevfik Akdağ’dan Haldun Taner’in ölüm haberini öğrenir Süreya; yeniden yan yana gelir, Ölüm ve Nuri: 'Bir haftada üç ölümüz oldu. Dahası da var, muhakkak da, biz bilmiyoruzdur. Nuri ile Teşvikiye’de, bir yerde oturduk.'

Günler yürür, ikili üçlü buluştukları olur. Kimi bir kahvede otururlar, kimi kitaplardan konuşurlar, derken bir gün Amerika’dan Serpin’in mektubu çıkagelir, Serpin orada senaryo yazmaktadır, Nuri yurda döner…

Gençler ki yetişmekte diyorum içimden Süreya’nın Flaubert çevirisinden esinle. Merakım büyüyor işte: Öyleyse nerede Serpin ile Nuri, bugün? Neyse ki 774. Gün, ağır ağır, bir tuhaflık sezilir gibi olduydu: 'Serpin’i düşünüyorum. Antiller’den mektup atmış. Jamaica senaryosunu kabul etmişler. Nuri’ye benimle mesaj gönderiyor, hayret! Özlemişim Serpin’i.'

Buna dayanarak biraz soluklanıyorum fakat, emin olamıyorum, Güz Bitigi’nden dizeler karışmakta oysa güncelere:

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni. (604. Gün)

Günler’de yer bulan iki mektubun arasına (830. Gün) iki cümle girince, pürtelaş kalkıyorum yerimden: 'Serpin Brezilya’da. Nuri’ye göre o şimdi Güney Yarımküre’de.' — Sevda Sözleri’ni (YKY) çekip çıkarıyorum:

Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Çıkarıyorum da ne oluyor? Dizeleri buluyorum, o 20 şiiri iştahla okuyorum, güncelerdeki düşünceleri, imgeleri, yaşam kesitlerini seçebiliyorum hepsinde: hepsi bu kadar. Olağan buluyorum bunları; şiirlerle günler arasındaki aynalara bakmaktan mesutum, 'şairin hayatı şiire dâhil', görüyorum, gelgelelim sorunun ağırlığından kurtulamıyorum bir türlü. Tanrım, gerçekten…

784. gün

Serpin mektubunda ne anlatmak istiyor?

“Bir çay içimi yolculuk, ortak yaşanmış hayat yanılsamasını gerçeğe dönüştürüyor. Uzaklara yolculuk özlemi pekişiyor. Realite yüz değiştirerek geriliyor.

“En barışçı adaya ulaşmışken çeperlerde pusuya yatan o sinsi tehdit ne peki? Yaşama korkusunun serpintileri mi? Son yılları püskürük sivriltilerle, adalarla, meteor çukurlarıyla bezeyen özel azman kümesinin eşiğinde kristal yoğunluğundaydı bu korku.”  
Ağustos 1987

Yüzde 90 eminim şimdi. Bana öyle geliyor ki, Cemal Süreya birçok şeyi bir arada deniyor burada. Kendisini bir kadının yerine koyarak, kendisine mektup yazıyor bir defa. Amatör bir kalemi canlandırıyor. Öyle ki, 'ustanın gözüne girme telâşı'nı hicveden bir havası var metnin. Kitsch ile Sanat arasına incecik bir çizgi çekiyor, orada müthiş bir denge kuruyor. Hiciv dedim ama, Serpin’e toz kondurmuyor.

812. Gün geliyor, Cemal Süreya Güz Bitigi kitabını meğer Serpin ile Nuri için yazmış, öğreniyoruz. Yüzde 99, şimdi. Kesinlemek olanaksız, hâlâ.

868. Gün

“…Ayağımın dibine gümüş tellerle işli al bir gelin gömleği serilmiş. Bir zamanlar onu giymiş olanın yüzü yok ortalıkta. Yine de bedeninin kabartıları, sıcaklık dalga dalga yayılıyor. İçi boş kollarının üstüne birer mercan küpe yerleştirilmiş. Beline de örme bir altın kemer...”

Bir kısmını alıntıladığım "mektup" için üç olasılık söz konusu, bana kalırsa: Serpin’in mektubu sürüyor olabilir. Serpin’in yeni bir mektubu, olabilir. Ya da ola ki Nuri’dir bu kez, rüyasını anlatan.

Ne farkeder, bir kuşkum yok artık: Ne Serpin diye birisi var aslında, ne de Nuri. Diyorum, Cemal Süreya tüm 'kuzular için' yazmış son kitabını. Siz, Saatleri’nde, şunları söylüyor Serpin ile Nuri'ye: 'Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.'

Bir Mineli

Bir mineli altın saat,
Bir altın köstek ve madalyon
Bir roza maşallah
On iki miskal inci.

Madalyonunu ve boncuğunu
İttim içeri,
Gözlerimizin dibi karıştı
Dağyollarının uzak dumanı gibi.

Ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Bir sigara yakıyorum, boynunu ve yollarını düşlüyorum.

---

Aylar sonra bir gece, gecenin kara bir hayvan gibi sırtıma çöktüğü o gece, tıknefes, Güz Bitigi’ne sığındım. Kimseye gösteremediğim, görmenin de asla mümkün olmayacağı koyu belâ, günler günler saatler, nasıl, ne yapmalı..

Başımın üzerinden “Tanığınızım.” diye seslenen ak ışık.

Sen, Serpin!
Sen Serpin!
bahçemize şeytanı sokma sakın.





Perşembe, Temmuz 04, 2013

Yeryüzünde Randevu ve Soyut Bilinç Savaşı, Lâle Müldür



Lâle Müldür’e geliyoruz…

Lâle Müldür, “Anne Ben Barbar mıyım?” (1998) adlı kitabında yer alan konuşmalarında sık sık, Dünya’nın iflas etme tehlikesine, Dünya'nın tinsel çözümlenişine, bugün artık Dünya’ya duyu ötesi kavramların hâkim olduğuna, işaret eder. Ortalıkta karton adamların gezindiğini, herkesin çok sıkıcı olduğunu, hepimizin biraz patafiziğe ihtiyacı olduğunu, söyler. 

Denemeleri, konuşmaları ve kuramsal yazılarıyla kendi şiirini açarken, giderek Şiir'in kendisini, giderek büyük Zaman'ı yalın hatlarıyla ortaya koyan Müldür’ün, yerindeyse "dördüncü boyuta giriş kapısı" diyebileceğim özlü derleme kitabından, Sadık Battal'la olan konuşmasından aktarıyorum: 


Yeryüzünde Randevu ve Soyut Bilinç Savaşı

- Son zamanlarda soyut bilinç savaşı diye bir şeyden söz ediyorsunuz. Nedir bu ve nerede yaşanıyor?

- Dünyada yaşayan insanlar, esasen ruhlar aleminin varlıkları sanki. Önceden tanışıyorlardı ve yeryüzünde bir master planın etrafında karşılaşıp çarpışıyorlar. Sanki roller belirlenmiş ve herkes kendi rolünü oynuyor. Yeryüzünde bir soyut bilinç savaşı yaşanıyor. Ahmet Hilmi Balcı’nın deyimiyle herkes kanlı bıçaklı oldu. Bence Kuran’da buna işaret eden ayetler var.

“Kafir olanlar ise hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele verirler.”
Kehf (56)

“Biz o gün onları birbirinin içinde çalkalanır bir halde bırakmışızdır.”
Kehf (99)

- Bir anlamda ruhların randevusu, ruhların düellosuna mı dönüşmüş yani?

- Evet. Elbette düelloya dönüşmeyen randevular da yaşanıyor yeryüzünde. Olumlu anlamda ruhların randevusu, belki aşk ya da kardeşlik gibi durumlarla yaşanıyor. Bu transandantal buluşmaları istisna kabul edersek, insanların yaşıyor olduğu hali, genel bir çerçevede, soyut bilinç dediğimiz alanda ruhların düellosu olarak niteleyebiliriz.





Pazartesi, Temmuz 01, 2013

Geleceğe Dönük Bazı Tahminler, Bertrand Russell


Bertrand Russell, 1928 yılında yayımlanan 'Scepting Essays' [Sorgulayan Denemeler. Tübitak Yayınları: 1995] adlı kitabını ‘Geleceğe Dönük Bazı Tahminler’ başlıklı denemesiyle bitirir. Bu denemede Russell, 'uygarlığımızın gelişmesi için bütün dünyayı kontrol altına alacak merkezî bir otoritenin oluşturulması' teziyle hareket eder. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin gelecekte sıkı sosyal örgütlenmelere olanak sağlayabileceğini, böylelikle de dünyanın giderek "bütünleşik" bir gezegen olacağını öne sürer. Yazının bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum:

"...Uygarlığımız savaşlar sonucunda yok olabilir, veya Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi yavaş yavaş çökebilir. Ama eğer uygarlığımız sürecekse, bazı özellikler edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.

...gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları olan emekçiler ile, miras hakkıyla birlikte yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti yerinde kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır. Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden Türkiye'deki yeniçerilere uygulanana benzer şekilde, tutkulu bir askeri sadakat aşılanacaktır. Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini düşürmek ve diğer ülke insanlarını öldürecek askerleri sağlamak için, kadınlara çok çocuk yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir. Devletinkine karşı koyacak ana-baba propagandası olmayınca çocuklara aşılanabilecek yabancı düşmanlığının sınırı da olmayacaktır. Böylece, çocuklar büyüdükleri zaman efendileri için körü körüne savaşacaklardır. Görüşleri iktidar tarafından hoş karşılanmayan kişiler, çocukları ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek suretiyle cezalandırılacaklardır.

Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı insancıl duygusallığın birlikte uygulanmasıyla, toplumun adım adım iki kasta bölünmesi hiç de olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik kurumunu ve aile bağlarını koruyacak, alt tabakadakiler yalnız devlete sadakat besleyeceklerdir. Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek emekçilerde yüksek doğum oranını, hijyen ve tıp da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır. Böylece de, dünya nüfusunu sınırlandırmanın açlık dışındaki tek yöntemi savaşlar olacak; açlık da, ulusların birbiriyle çarpışması yoluyla önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda, Ortaçağ'daki Hun ve Moğol istilalarıyla karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir dönem gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere çabuk ulaşmasında yatacaktır.

...Ancak ben her yerde demokrasinin, zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde eğitim yapılmasına yol açtığını gözlüyorum.  Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar; ama tutucu oldukları için atılan yok. Bunun yakın zamanda değişeceğini varsaymak için hiçbir neden de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle, eğer uygarlığımız, daha uzun süre zenginlerin çıkarlarını kollamayı sürdürürse, kanımca sonu karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim içindir ki bir sosyalist oldum.

...Eğitim, bir azınlık dışında, daha çok "dinamik" denilen, yani insanlara duyu ve düşünceden çok, `yapmayı' öğretici türden olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak bu işlerin yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten aciz olacaklardır.

Belki de resmi bir "düşünürler" tabakası, bir de "duygucular" tabakası oluşacak (...) Resmi duygucular okullarda, tiyatrolarda, kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını saptayacaklar, ama bu duyguların nasıl yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır. Okul çocuklarının haylazlıkları göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir. Bununla birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi'nce onaylanan resimlerin sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin verilecektir.

...Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde silip süpürür. Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi başını kurtarabilir. Okuma ise, yerini gramofona, ya da ondan daha iyi bir icada bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır. Bunun gibi, günlük yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.

...İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her düzenlemede, sisteme, yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği önleyecek, ama kargaşaya yol açmayacak ölçüde, anarşizm enjekte etmeye gerek vardır. Bu da, teorik olarak çözümsüz olmayan, ancak günlük yaşamın düzensizlikleri içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas bir sorundur."



Pazartesi, Haziran 24, 2013

Dar Kapılar, Melih Cevdet Anday


Acı ve utanç duygularını yan/a/yana yaşadığımız bugünlerde, şairin bundan 37 yıl önce kaleme getirdiği denemesinden olduğu gibi alıntılıyorum. Tanrı hepimizi affetsin:

“…Ülkeyi kapitalist yoldan yürüyerek yükselteceklerini söyleyip yönetimi çağdışı bir sömürme düzenine dayayanlar, evet, toplumun uyanacağını, bir gün bu düzene karşı koyacağını düşünmemişlerdir. Tarihin kendi çıkarlarına göre akacağına inanan sömürücüler, evet, göstermelik bir çoğulcu düzenin sürdürülemeyeceğini, görünce şaşırmışlardır. Halka okuma-yazma öğretilmezse, gençlerin eline kahramanlık masalları ya da ermişler tarihi dışında kitap verilmezse, çağdaş düşüncenin toplumumuzda uyanmayacağını sananlar, evet, bu uğurda ülkenin geri kalmasına razı olmasına karşın, olayların onları dinlemediğini görüp korkmuşlardır. Hoşlarına gitmeyen her düşünceyi “kökü dışarda” diye damgalayarak başka kökü dışarda düşüncelerle halkı, gençleri sindirmek isteyenler, evet, dünyanın bugünkü genel durumu içinde bu korkutmacaların ancak gülünç düşeceğini anladıkları için köpürmüşlerdir. Halkı kazanamadıklarını anlayınca halka düşman olmuşlardır. Bugünkü korkunç olaylar hep hep dünün yaşanmış ve söylenmiş gerçeklerinden doğmadır. Ama dün bu olacakları söyleyenler, o günün güncel olayları içinde halkın gözüne çarpmıyorlar, yalnızca ceza görüyorlardı. Çünkü o zaman bu düşün politik açıdan güncellik kazanmamıştı, yazımın başında söylediğim buydu. Bir toplumun geleceğini görmeye kalkanlar, geleceğin toplumsal ve ruhsal yapısını kurmak için çalışanlar, genel ilginin dışında kalırlar, bilimin ve sanatın alınyazısıdır bu, çünkü güncelin heyecanını sömüren politika onları hep gölgede bırakır, kimse bilmesin ister geleceği.

Ancak bu mantık küskünlüğe değin vardırılmamalıdır, tarih boyunca bir çok özgün düşün atılmıştır ortaya, bunların bir çoğu yitip gitmiştir. Bu yitikleri kafa ürünlerinin bir kurbanı sayabiliriz. Çünkü toplum her yeni öneri için kurban istemekte ve almaktadır. Toplumun bir süre vurdum duymaz kaldığını görünce onu adam olmazlıkla suçlamak ne denli yanlış ise, bana sorarsanız, onun kurbanlar almasını olağan karşılamak da o denli yanlıştır. Gençlerimizin hain kurşunlarla vurulup öldürülmeleri karşısında, keşke toplumlar adam olmasalar da bir gencin yaşamı ortadan kalkmasa diyeceğim geliyor. Gücünü yitirmekte olan çağdışı bir düzenin çırpınışları karşısında bulunduğumuzu biliyorum, ama bu yüzden “Gidiş iyiyedir” diye yazmaya yüreğim yatkın değil. Ben anaların babaların yürek acılarına katılıyorum.

İnsanlık nice dar kapılardan geçti, kim bilir daha nicesinden geçecek! Bütün bu gidiş içerisinde insanın, bir tek insanın yaşamına, onuruna saygı tam anlamı ile ne zaman, nasıl yerleşecek dersiniz?"
(Nisan, 1976)

Anday, M.C. (1992). Dar Kapılar. Seçmeler – I: Kendi Seçtikleri (s. 258-259). İstanbul: YKY



Pazartesi, Ekim 15, 2012

Maymunlar Arası İlişkiler (+1)


'Kaypak' Billy Watson (1880-1940)

Mark Twain ile komedyen Will Rogers’ın ortak arkadaşı Cal Stewart, Sigmund Freud ile aynı yıl, 1856’da, Virginia’nın küçümen bir kasabasında yoksulluk içinde dünyaya gelir. Bay Stewart, anlattığına göre, on iki yaşındayken evden mi ayrılmıştır yoksa ev mi ondan ayrılmıştır pek belli değildir:

Ohio nehri posta vapurlarından birinde limonatacılık, fıçı imalat atölyesinde kontrol kâtipliği, Tennessee, Virginia ve Georgia tepelerinde kurulan kamplarda oymakbeyliği, M.K & T.R.R köprüsünün inşaatında amelelik ve at kiralanan şenliksiz bir ahırda seyislik yapmıştır. Sahnelere ilk adımını Cincinnati Devlet Tiyatrosu’nda atar. Ama ondan evvel odun kırıcılığı, maden işçiliği, travers ustalığı, tarım işçiliği, bölge okulunda öğretmenlik (yaşça büyük bazı kız öğrencilerle aşk yaşadığını gizlemez), biçerdöver şoförlüğü gibi işlere de bulaşır. Demiryolu taşımacılığında düpedüz kariyer çıkar: makasçılıktan kondüktörlüğe, makinistlikten de bir nakliye firmasının kontrol şefliğine kadar yükselir. Sirklerde, farslarda, vodvillerde, varyetelerde, burlesklerde, operakomiklerde, kumpanyalarda, müsamerelerde, kermeslerde, piyeslerde boy gösterir; bir gece kibrit kutusu kadarcık bir arabada uyumuşsa ertesi gün beş yıldızlı bir otelin kral dairesinde yıkar gözlerinin çapağını. Bunca şeyi takataka sıkışına bakınca, Stewart’ın gözde mesleğini tahmin etmek öyle güç olmasa gerek: Seyyar satıcılık.

Kırkına dayanan Stewart bir gün Thomas Edison’un mucidi olduğu fonografla tanışır. İnsan sesini kaydedebilen bu mucizevî icadın adamakıllı büyüsüne kapılarak fonograf satılan müzik dükkânlarının gediklisi olur çıkar. Gelen müşterilere, sahnelerde canlandırdığı 'Josh Amca' tiplemesiyle kayıtlar doldurmaya bile başlar. 150$ gibi hayli uçuk fiyatıyla evlere girmekte zorlanan fonograf makineleri, Stewart müşterilerin isimlerini de plağa okumayı akıl edince peynir ekmek gibi kapışılır. Kayıtlar elden ele, kulaktan kulağa yayılır, Josh Amca'nın şanına şan katar. Böylece Stewart, Edison, Colombia, Victor başta olmak üzere yüzlerce yapım şirketiyle anlaşmalar imzalar, plakları muazzam ilgi görür. 1919’da öldüğünde geride milyonlarca ‘konuşan plak’ bırakmıştır.

Şimdi, 1898 yapımı 'Josh Amca Mağazada' başlıklı kaydı dinleyelim: 

“Efendim, havalar soğuyor, kış kapıda malûmunuz. Dedim şu yeni açılan büyük mağazalardan birine gideyim de, kendime şöyle kalınca bir gocuk alayım. Ama ne mümkün efendim, ara tara yok koca mağaza... Yerin dibine batsın, ona sor, buna sor, ötekine sor, berikine sor, zor belâ buldum nihâyet... Kaldırımda yürüyorum, tam karşıda mağaza, vitrinlere falan bakınıyorum, -efendim ayıptır söylemesi- herifçioğlunun teki muz yemiş, kabuğunu da bir güzel yere atmış mı?.. Sen bir bas o muzun kabuğuna... Allaaah! diye feryad ederekten havada üç takla beş cumbalak bendeniz... Felekiyâtta ne kadar yıldız varsa oturdum tek tek saydım, vallahi eşekten düşmüşten bin beter oldum azizim!.. Üstüne de, yolun karşısından bacaksız bi hergele, ağzı kulaklarına varmış, ordan bana ses etmesin mi: “Beyamca! Beyamca! Allah için bir daha düşer misin? Anacığım demincek seni göremedi de!”

Görüldüğü gibi gülmece, gülündüğünde de, günlük tüketilmediğinde de karın ağrısına yol açabilen bir tür. Ben geçen sefer 'muz kabuğuna basan adam' ilkin Chaplin'in elinden beyazperdeye düşmüştür derken yanlış bir şey söylemiyordum: imgenin hakikati değil, yaygın dolaşıma çıkış öyküsüydü beni asıl çelen, sinemadan yürüdüm. Kaldı ki, muz kabuğunun ilk Stewart’ı kapaklamadığı çok belli:

'Çim' üzerine de bir kitabı bulunan Virginia Scott Jenkins, Bananas: An American History adlı kitabında, 1861 tarihli Sunday School gazetesinde çıkan bir makalenin, portakal ve muz kabuklarını sokağa atmamaları için öğrencileri uyardığından söz ediyor-muş meğer. İsmi belirsiz birinin kaleme aldığı bu patavatsız makalede, yere atılmış bir kabuğa basarak düşen, bacağı kırılan, kırılan bacağı kangren olup kesilen, sakat kaldığı için de işinden olan zavallı bir adamın, karısı ve çocuklarıyla yaşadığı fukara gecekondusunda acılar içinde öldüğü yazılıdır. Jenkins, zamanın çevreci tutumunu pekiştiren bir gösterge daha sunuyor: 1880 yılında Harper’s Weekly’de çıkan bir karikatürün 'Sebep' yazılı birinci karesinde, İrlandalı bir adam yediği muzun kabuğunu kaldırımda yürüyen silindir şapkalı, smokinli bir beyefendinin önüne atmak üzeredir. 'Netice' yazan ikinci karede, silindirli beyi sedyede taşınırken görürüz.

Jenkins’e kulak asarsak, MKBAdam’ı ilk sahneleyen 'Kaypak' (Sliding) lakabıyla ünlü Billy Watson adındaki ('Tombak' Billy Watson ile karıştırılmasın) bir başka vodvilcidir. Billy’ye kaypak denmesinin sebebini ise Dünden Bugüne Vodvil: Amerikan Varyete Oyuncuları Ansiklopedisi'nde (F. Cullen, 2007) buluyoruz: Sahneye çıkmadan evvel iskarpinlerinin tabanlarını pudrayla güzelce ovalar, koştur koştur hız alıp sahnenin göbeğine kadar kayarak gelir, selâmını verir, bir de seyircinin gözünün içine baka baka tabanlarına pudra falan sürmediğini, bu âni çıkış özelliğinin kendisinde doğuştan mevcut olduğunu söylermiş. Hatta bir keresinde, bir röportajında, yerde ne zaman muz kabuğu görse şapkasını çıkarıp yerlere eğildiğini, kendisine yürü yâ kulum çektiği için muz kabuğuna şükranlarını sunduğunu belirtmiştir.

MKBA ilk ne zaman düşmüştür sorusunun peşine düşecek kadar saksıyı kırmadım henüz...

Jules Verne bile, Seksen Günde Devr-i Âlem (1872) romanında, Allahabad yakınlarında bir muz ağacının gölgesinde mola verdiğinde, muzun ekmek gibi besleyici, krema gibi kıvamlı bir meyve olduğunu, bol bol yenerek değerlendirildiğini okura açıklama gereği duyduysa, işe demek 'Hindistan’da Muz' diye de koyulsam ı-ıh, altından kalkamam...

İyisi mi gelin son bir filmle mevzu'muzu örtbas edelim: The Dreamers. Sinema tarihinde muzu böylesine kuşatan bir film olduğunu sanmıyorum ben. Muzun evrenselliğe ulaşmış ekonomik ve cinsel niteliklerinin senkronize katedildiği, filmin gövdesine egemen akıl-zekâ-paylaşım-özgürlük-devrim zincirinin minyatürü bir sekanstır o: Tamtakır kuru bakır kalıveren üç çiçek çocuk çareyi apartmanın çöplüğünde buldukları yiyeceklerde arar. Bayat filetolar, kokuşmuş biftekler gerisingeri çöpü boylamaktadır ki, çürümeye yüz tutmuş bir adet muz eyvahlarına yetişir. Gençlerden Fransız olanı muzu bölüştürmeye davranırken, sarışın Amerikalı “Bana bırak” der, “ben hallederim”. Bir illüzyonist karizması takınan genç, muzu alır, soyar, işaret parmağını muzun sivri ucuna usulca batırır: parmağını soktukça muz bir çiçek gibi açar, üç eşit parçaya bölünür — ne de olsa 'banana split' 1904’ten beri yenen bir Amerikan tatlısıdır.

Son filmini görmeden Bertolucci hakkında bir şey söylemek istemem gerçi, gelgelelim filmin bütününün, sinemanın sihrini/sinemayı görünür kılasıya sinema vs. yaşam bahsine uzandığı unutulmazsa, Bertolucci’nin ömrübillâh böyle bir filme imza atamayacağı kuşkusu kaplıyor içimi. Filmdeki başarıyı, aynı zamanda bir sinema yazarı olan Gilbert Adair’in The Holy Innocents adlı senaryo romanında aramak, yerinde olur sanıyorum. Bertolucci’yi –bizde benzeri çoktur- usta yönetmenlerin yanında çalışınca film yapası gelen adamlardan sayarım ben.

Peşine düşmeye değmez..



Pazartesi, Eylül 24, 2012

Maymunlar Arası İlişkiler


(Charles Spencer Chaplin, The Circus, 1928)
Bengü için

Beyaz peynir yemediğimden olsa gerek, kahvaltı'dan törensel bir haz alamamışımdır. Her gün tekrarlanan eylemlerden olduğu için, ayrıca sıkıcı bulurum. Beni daha çok aç açına sigara içmemek ilgilendirir. Bundan hemen yediğine içtiğine dikkat etmeyen biri olduğum çıkarılmasın ama: ben yemek yemeyi de sevmem.

Evde ailece ettiğimiz kahvaltılar, bildik kahvaltılıklardan oluşurdu. Beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin, domates, salatalık, reçel, bal, yumurta, çay. Ağbimle bana illâ ki süt. Peynir yemiyorum ya, vücuduma girmeyen kalsiyumu sütten almam gerekiyor. Peynirin tadını en çok da kokusunu sevmiyorum; peynir tabağı sofrada önüme denk düşmüşse mızmızlanıyorum, kaldırılıyor, yerine reçel konuyor. Misafirliklerde ikram edilen peynirli börekleri çörekleri yemediğimde “A-aa? E canım peynir yenmez mi hiiç?!” ayıplamasına mâruz kalıyorum. Sıkılıyorum. Bu teyzelerden bazıları işi abartıp bana gizlice peynir yedirmeye kalkışırdı bir de. “Yoğurt o tatlım yoğurt..” ya da “Seninkiler peynirsiz güzelim..” gibi çalışılmamış, pestenkerani numaralarla... Çok sinirlenirdim. Ama büyüklerin bir anda gündemini değiştirmek de hoşuma giderdi hani. Söylemesem olmaz, hepsi öyle değildi: Rana ile Hülya teyzelerimi çok severdim. “Ben kıymalı yaptım bi’ taneme, özel.”

Pazar kahvaltıları evet daha coşkulu olurdu ama bundan açacak değilim. Dedim ya sevmem ben kahvaltı etmeyi. Midemin kimseye sorup etmeden kararlar almış olması canımı sıkar sabah sabah. Bu yüzden hem sağlıklı, hem pratik kimi formüller geliştirmişimdir kendimce. Mesela Ankara’da yaşadığım yıllar muz-yoğurt-ceviz üçlüsü epey işimi gördü. Artık yanında süt yok, çay. Bazen cevizin yerini badem aldı, bazen kayısı çekirdeği... Tabiî formülün sakıncalı yanları da yok değil: bu üçlü zeytin gibi, reçel gibi aylarca buzdolabına kamp kurmaz. 2-3 günde bir yeni muzlar alınacak, haftada bir yoğurtlar tazelenecek, ceviz-badem-fındık kuruyemişçiden ‘çiğ’ temin edilecek. Yoksa birinci haftanın sonunda 1 ceviz, 3 bademle kahvaltı etmek kaçınılmaz olacaktır.

Yediğim muzun etiketini sağa sola yapıştırmak, sanırım bu sabah kahvaltılarından kalma kötü bir alışkanlık. Masama bakıyorum: şu sıralar Bonanza! diye telaşlı bir marka öne çıkıyor. Ardından bir klasik: Chiquita... Özal’lı ‘Gelişen Türkiye’ resminin tıpkı Nescafé gibi, Marlboro gibi renkli figürlerinden bir tanesi. Seksenler andacı. Seks parantezi. Cinsel motifleri üzerine sıkı sıkıya kuşanmış nadir şey’lerden. Sarışın başlayan büyüsü, alaycı bir kavisle gülümseyen sureti, avuca oturan kunt cüssesi, elbisenin askıları gibi zarifçe sıyrılan kabukları ve hayli hassas bir dengeye ayarlı sertlik-sululuk oranı ile eroti.. Şöyle mi demeli: Bir meyve; David Bowie.

Bütün bunlar muzu diğer meyvelerden ayırmaya fazlasıyla yetiyorken, apaçık “çük” sesli, zenci malı ve daha iri olanlarını ithal etmenin altında uzun yıllar gizli bir mesaj aradım durdum ben. Aklım biraz erer olduğunda 'Muz Cumhuriyeti' kavramı kafamdaki sorulara bir parça yanıt olduysa da, eklemeliyim: Porno filmleri “miki” parolasıyla çağırmamız da yine rahmetli cumhurbaşkanımız Turgut Özal dönemindedir.

Nedir, lezzetlidir. Muzlu sütten muzlu pastaya, gastronomide kendine geniş bir alan açmakla yetinmez, kızartmaya gelişi ya da dondurmadan âni çıkışıyla sürpriz yapmasını da bilir. Hele akşamları yenen meyvelerin arasında büsbütün şahlanır. Kuşku yok ki, bunlar da çikita muzun yüksek fiyattan pazara girişiyle kazandığı marka değerine bağlanabilir kimilerince. Oysa muz, öteden beri elimizden düşmemiştir: Maymunlar arası ilişkilerde yeri gelince dişiye kur yapma vazifesi gördüğü hesaba katılacak olursa, bugün mutfak tezgahlarındaki yeri ve önemi bal gibi anlaşılır.

Sahiden, muz kabuğuna basıp da düşen olmuş mudur bilmem. Ama ilk kez, Charles Chaplin'in By the Sea (1915) adlı kısacık bir filminde rastlanmıştır buna. Bu filmde Chaplin, görülmeye değer bir ustalıkla, kendi yediği muzun kabuğuyla yeri boylar. Çok geçmeden, Scorsese'nin Hugo filminde andığı komedyen Harold Lloyd da kervana katılır, öyle kereste müdürü gibi taklit etmez elbet, bu kez onun attığı muz kabuğuyla garsoncağız yere çakılır. Chaplin'in muzla ilişkisi bu kadarla kalsa iyi: Büyük Diktatör öfkeden deliye döndüğünde hırsını meyve kâsesindeki bir muzdan çıkarır, ya da ötekinde, Şarlo, zengin evden kovulurken muzun tekini aşırıverir gizlice...

Sirk deseniz, orda iki yerde birden kullanır muzu Chaplin: Palyaço seçmelerindeki Giyom Tell parodisini elma yerine cebinden çıkardığı muzla kotarmaya kalkar; daha absürdü, tel cambazlığına soyunduğu sıra tepesine tüneyen maymunlardan biri yediği muzun kabuğunu telin tam üzerine şandeller, Şarlo, ölümden döner.

Chaplin'in Yumurcak filminde ise muz falan yoktur. Ama olur a kendimizi tutamaz 'Türk Sinemasında Muz' gibi aynalı bir başlık açarsak eğer, işte o zaman baştan uca Yumurcak'a öykünen, (son'unda babamın sessiz ağlayışını unutamam) Kemal Sunal’ın Garip filmindeki şu sahne oraya uçarak konacaktır: Garip Kemal hastalanan kızına cebindeki son parasıyla eczaneden ilaçlar alır, iyi beslenmesi için kasaptan bir kilo pirzola, manavdan da bir kilo muz. Doğrusu, iyi de eder, zîra Attilâ İlhan'ın 'Eyi Muz Eyi' şiirinde, tezgâhını sokak sokak gezdiren muz satıcısı da hastalara şifa diye övmektedir muzu. Manav, yerli muzlardan tartmaya el atmıştır ki, Kemal yoksulluğa aldırış etmez, fırçasını çeker: “Yoo, ondan değil! İthalinden, çikita!”

Tim Burton’a pek yüz sürmem ya, bunu bir "muz orta" kabul ederek, Beetle Juice filminden belleğime sızmış Banana Boat şarkısını buraya alalım. Woody Allen'ın başlar başlamaz narkoz etkisi yapan Bananas filmini de. Bir de Bud Spencer diye bir adam vardı sakallı, iriyarı, kötü adamları tuttuğu gibi savuruveren, onun bir filmini: Banana Joe. Ne gülmüştük ağbimle o filme.. bir nevi Cüneyt Arkın parodisi. Hoş, biz Cüneyt Arkın filmlerine de çok gülerdik. Hele bayramlarda, TRT’nin yayınladığı Battal Gazilere, gizlice içtiğimiz muz likörü eşliğinde....

Bir gün Edi evde kulağına muz dayamıştır, Büdü meraklanır:

- Edi? O muzu neden kulağına tutuyorsun?
- Timsahları kaçırtmak için Büdü...
- İyi ama, burda timsah falan yok ki Edi?!
- Haklısın Büdü. Muz işe yarıyor desene!





Cuma, Haziran 01, 2012

Posta Arabaları



Sessiz eşya, yalnız ve gece.

Kendi kendine düşüveren, devrilen, sarkan, sallanan, kopan, kırılan, çatlayan eşyalar, açıklanamaz oldukları sürece, efsunlu kapıları aralar, umulmaz haberler getirirler. Sözgelimi apansızın patlayan ampül, aklı ilk elden elektrik anahtarına, oradan sigortasına, giderek sokağın trafosuna, elektrik idaresine götürebilir. Ya da kısa yoldan ampulün tungsten teli ile Edisonvâri bir açıklama bulunabilir olan bitene. Vaziyet fizik-kimya yordamıyla ayrışadursun, düşgücü çoktan devreye girmiş, sis farlarını yakmıştır. Tersi kanıtlanamaz gerçekler üşüşür gelirler birer birer.

Bilge Karasu’nun şah yapıtı Gece, kitaplığın ‘sık kullanılanlar’ grubundan yere düşüp (s)açıldığı sıra başladı silsile. Enis Batur’un Kravat’ını okuyordum, kanepeye uzanmış. Patırtıya irkildim, hay ile ay arası bir ses çıktı içimden. Gördüm, gevşedim, elimdeki kitabı göğsüme yatırırken (bazı kitaplar gövdenizi kucakladıklarında yatıştırıcı etki gösterirler) derin bir soluk verdim. Alınan soluktur derin, verilen soluk sığ mı yoksa dik mi olmalı diye zırvalarken tavandaki aynadan kendime baktım ki: çırılçıplağım, boynumda bir kravat. Gülümseyerek doğruldum, Gece'yi yerden aldım; açık sayfada şu satırlar:

“Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişememektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.”

Bilen zaten bilir, ben yeni öğrendiydim Enis Batur’un Bilge Karasu’dan “el aldığını”. Öyle ya, Göçmüş Kediler Bahçesi'nin birinci bölümü 'Enis’e' armağandı. Nasıl indi ki bu kitap öyle? Sırası mıydı? Sırasıydı demek ki... Gece’yi Kravat’ın üstüne koydum, aradan çekildim: “Usta Beni Öldürsen E!”

Bir sigara yaktım, bir nefes çekip süratle kül tablasına koydum; sehpada gözüme ilişen Tutunamayanlar'ı çekiverdim önüme. Mimlemişim:

“Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş elmayla on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulur şeyleri sevebilirsiniz yalnız. Siz A ve B’den değil, üç erkek ve beş kadından anlarsınız ancak.“

Çarpıntı tırmandı, derken huzur verici bir şaşkınlık. Kolay değil, saniyelerle ölçülü kısacık zaman diliminde, bir ustadan bir ustaya savrulmuş, düpedüz dayak yemiştim. Bile isteye savrulmayı oldum olası oyun bilmişimdir; filmleri, kitapları, müzikçileri birbirine katıştırmaktan tarifsiz hazlar çıkarırım da, şimdi oynadığım rol ‘otomatik edilgen’, ne yalan söyleyeyim, müthiş ürküttü beni.

Neden sonra biraz abarttığım kanısına vardım. Kül tablasını kapıp internetin başına geçtim. Search: “Enis Batur” (kabul, kaşınıyorum): Cumhuriyet gazetesinin sitesinde kimi yazılarına ulaştım Batur’un. On yedi yazısı duruyordu orada, yalnızca 'Karşılıksız İlişkiler' başlıklı yazısında fotoğrafı kullanılmış, humourunu da sezdiren rabıtalı bir gülümsemeyle bakıyor ekrandan. Durmadım, ona tıkladım. EB’nin sinema yazılarını (g)özleyenler için, yazının son bölümünde tadımlık bir vuslat:

“Godard, bir bakıma tournesol kâğıdı. İnsanları ikiye ayıran bir temel özelliği olduğunu düşünüyorum. Sinemaseverleri demek daha doğru olur aslında. Sinemayı kendisi için, anlattıkları için değil, sevenlerin yönetmenleri böyle: Filmlerinin ortasında sinematografi üzerinde düşünmeden yapamıyorlar. Alphaville, özünde, bir üst-film. ...”

Onca zaman kaç, buymuş yolun sonu. Odayı kararttım, izledim. Siyah-beyaz bir film Alphaville. Sonunda ne mi oluyor: Beyaz’ı uçuyor filmin. Dahası: biçimsel yönden bakınca, Alphaville ile Gece arasında sıkı bir dostluk var...

Uzanıyorum. Gecenin aydınlığı çapraz bölüyor Cemal Süreya’nın duvardaki portresini. Duygan bakışlarının iki yanında, sigarası ve saati, birlikte işliyorlar...

"Kan var bütün kelimelerin altında / Yaprağını dökecek ağaç yok burda / Ama ışık dökebilir olanca renklerini / Sürekli işbaşındadır belleğin / Tanık şairler arasında / Oyuncu arkadaşlar arasında”

Sürgüler itiliyor. Posta arabaları geçiyor uzaklardan.





Cuma, Nisan 27, 2012

Dehşet bir Deneme

(Ayna filminden, Andrey Tarkovski)

enis batur için, enis batur gibi, gibi

3.420.000 kayıt getiriyor Google sorgusu dehşet’in. Sonuna bir ‘i’ eklediğinizde: 11.700.000. Sokaklarda karısını bıçaklayan insan bozuntularından pitbullara, onlarca kişiyi yutan doğal afetlerden kamyonlara, motosikletlere kadar oldukça geniş bir yelpazeye saçılıyor dehşet.

Seviyoruz dehşet'i. 80’lere gönderme yapan kan kardeşi ‘panik’ kadar ağızlara dolaşmasa da, sinema sektöründe can simidi görevini beraberce sırtlandığını biliyoruz. Otelde Dehşet, Hastanede Dehşet, Baloda Dehşet hepimizin gördüğü başyapıtlar mutlaka, gelin görün ki Alien’ı ‘Uzayda Dehşet’ diye çevirmek, kötü bir şaka. “Gerilimlere panik, korkulara dehşet, ne âlâ memleket..”

(Aklıma Peter Randa’nın çocuklar için yazdığı “Uzayda Dehşet: Tora” [Tora: Horror in Space, insaflı çeviri] adlı bilimkurgu romanı geliyor şimdi. Ağbimindi bu kitap, okumadım. Asıl adı Andre Duquesne olan Fransız yazar, meğer Peter Randa dışında Jacques Alain, Urbain Farrel, Herbert Ghilen, Jules Hardouin, Jim Hendrix, Henri Lern, Andre Olivier, H.T. Perkins, F.M. Roucayrol, Diego Suarez, Jehan Van Rhyn, Percy Williams takma adlarını da kullanmış: dehşete kapıldım.)

Yalan yok, ilgi çekiciliği tartışılmaz dehşet'in. Onca hoyrat kullanıma rağmen anlamı bozunmayan güçlü sözcük. İngilizce karşılıkları ‘terror’ ve ‘horror’ın insanın üzerine üzerine yürüyen hırıltısı, ‘dehşet’te durgunluğun birdenbire yırtılışı. İster olumlu ister olumsuz, ruhdurumunun iki ucuna da erişebilirsiniz onunla. Ses benzeri ‘behçet’, ‘sevinç’ demek oysa. Ne ki, orada da tutamamışız kendimizi: 'Parçala Behçet'.

İki dize: an gelir şimşek yalar / masmavi dehşetiyle siyaset meydanını - Attilâ İlhan. Bir son cümle: Onu dehşet özlüyorum. -Enis Batur, ‘Yusuf Atılgan, bir Profil Denemesi’

Acaba neden: dehşet saçar, dehşete düşer, dehşetle karşılar, dehşetten donar, dehşeti yaşar, yaşatırız da; türkülerde ve atasözlerinde rastlamayız dehşet’e?



Çarşamba, Nisan 18, 2012

Hayalet Avcıları III



Yukarıdaki ilanlardan ilki, 2008 yılı başlarında portfolyoma attığım, kimi ajanslara da CV niyetine sunduğum, yayınlanmamış, uydurma bir iş. Reklam yazarlarının hepsinin cebinde bulunur böyle şeyler, bulunmalıdır. Gelgelelim, bulmak çetrefilli icraat. 

Yaratıcılığın zekâ ile doğrudan ilişkili bir ehliyet olmadığı, Amerikalı psikiyatrist Lewis Terman’ın başlattığı IQ’su yüksek bir grup çocuk (“Termitler”) üzerindeki gözlemlerle kanıtlı bugün: Seksen yılın sonunda, içlerinden yalnızca birkaçı yaratı evreninin yolunu tutacaktı.

Zekâ ile kurnazlık ise yanyana durur neredeyse. Karga gibi zekâsıyla ünlü o cingözü bile ağacın dalında ağzı açık umarsız bırakan Tilki cenapları, sempatiktir. Kestirmesi çok güç: La Fontaine üçyüzelli yıl aradan sonra bugünü görseydi; dersini almış kargaların yerine, hinoğluhin tilkilerin çoğaldığına şaşırır, iç çeker miydi acaba? Tilkiler, zekidir. Tabii burada zekâyı “ne kadar zekisin!” anlamıyla kullanıyorum.

‘Yaratıcı Beyin’ kitabının yazarı Dr. Nancy Andreasen basitçe tanımlıyor: “Yaratıcılık, yaşama yepyeni bir gözle bakabilme ve bunu kullanarak güzel veya işe yarayan şeyler ortaya çıkarabilme yeteneğidir”. Buna göre reklamcılığın yaratıcılıkla bir ilgisi olmadığı sonucuna da pekala varılabilir. Öyle ya, reklamcılık yaratıcılığın da devreye girdiği bir formulasyon işidir ne de olsa. Yaratıcı insanlar, evet bu mesleği daha iyi sürdürebilirler, ancak reklamcılık bir yaratıcılık eylemi değildir, bunu söylüyorum. Son ürünün işe yarar olup olmadığı şöyle dursun, keyfekeder ortaya konmayan hiçbir ürün için yaratıcılıktan söz edilemez, ekliyorum. Reklam yazarı distilasyon kimyageridir, abartmıyorum.

Dedim ya, sahiden de çetrefildir bulmak. Arayan Mevlâ’sını da bulur belâsını da, iyilik eden iyilik bulur, karga aldanır tilki yolunu bulur, eden bulur inleyen ölür, iz bulunur, “Buz bulunur”, hatta hak bile yerini bulur da bazen oturursunuz makinenizin başına, yazacak şey bulamazsınız...

Öteki ilanın yaratıcılarını teker teker alınlarından öpüyorum.


Reklam ajansı: ALICE BBDO, Istanbul, Turkey
Yaratıcı Yönetmen: Ali Göral
Art Direktör / İllüstratör: Arda Albayraktar
Metin yazarı: Ali Göral
Diğer ekip üyeleri: Evren Doğrar, Kutlay Sındırgı
Yayın tarihi:  Aralık 2008



Perşembe, Nisan 05, 2012

Kum


Bugün pastaneye gittim. Çalıştığım zamanlar uğrardım buraya. Önünden geçerken, bodrum katın havalandırmasından yükselen o yekpâre pasta-çörek kokusu midemi kaldırır, adam gibi kahvaltı etmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi çarpardı suratıma her sabah.

Öğleden sonra havalandırmayı kapatıyorlar demek. Pastacı gece çalışıyor tabii. Şimdi, içerde mi uyuyordur ki?

- Buyrun efendim, hoş geldiniz.
- Hoşbulduk. Ponçik kalmadı mı?
- Ponçikkk...kalmamış efendim. Ay çöreği verelim?
- Yok, yemem.

Plastik yüznumara terliği de giyiyor mudur acaba? Birden, un içinde yüzügözü bembeyaz pastacı geldi gözümün önüne. Ağzında sigarası, hareketleri miskin koalalar gibi aheste, çömelmiş, bir eliyle bıyıklarını düzeltiyor, dalgın, uzaklara bakıyor. İyi ama bu bir fırıncı değil mi? Pastacının kırmızı gözleri, beyaz muşamba önlüğü, kaset yuvası anteni kırık, pilleri sarkık unbeyaz radyosu, dilinde yanık türküleri olur bir defa.

- Sigara içilmiyor değil mi burda?
- Dışarda içiliyor efendim?
- Ha, masaları attınız mı. O zaman bana bir çay, bir de... Şu ne? Ponçik değil mi o?
- Hangisi? Hayır, onlar boşnak bezesi.

Bodrum katta pasta yapmak — fena metafor değil aslında. Sigara içmeye de çıkar mı ki şimdi usta kapının önüne... Çıksa, hemen yan apartmanın girişindeki basamaklara oturur kesin. Efkârlıdır, şüphesiz. Ama keyiflidir de, çalıştığı için. Çok çalıştığı için. Alçakgönüllüdür, belli etmez hiç, ama ağır top olduğunu da bilir. Koca dükkan onun eline bakıp duruyor ne de olsa...

- Bir çay daha?
- Alayım.

Bembeyazdır teni. Bahar, imalathaneye henüz gelmemiştir, geldiği de pek öyle görülmemiştir ya: Bir gün mutlaka gelecektir. Neden bunları düşünüyorum ki ben? Sana ne o’lum pastacıdan? Bir ayniyat yakaladın diye ordan hikâye devşirmeye heves ettin ama vazgeç, yemezler. Hem besbelli kitap okuduğun falan da yok senin, kim bilir kaç kere yazmışlardır bunları. Birazdan küçük bir çocuğu annesiyle yan masaya da oturtursun sen şimdi, şımarık piç pastayı beğenmez yere atar, pastacı da görür, içinden küfreder, hüzünlenir. Hüzünlenir mi, küfür mü eder? Bu kadar şahsiyetsiz bir kurguyu bile tutturamadın gördün mü, hâlâ ne öyküsü, ne masalı? Yürü git bak in şu yokuştan aşağı, Tophane-i Amire'de Mehmet Aksoy’un sergisini bir gez hadi sen. Kaçıracaksın gene güzelim sergiyi. Ulan iki adımlık yol hem de. Dali’ye de gitmiyordun az daha. Salak herif. Çık ordan, geç karşıya, İstanbul Modern, oraya da bak. Neymiş, beleş diye incisözlük sikertmesi falan olabilirmiş bugün orda, gitmezmiş. O’lum, senin kadar salak bir adam daha görmedim ben ömrümde.




[Kedikumu (2011), Acouistic, Çev: Kâmuran Şipal. İstanbul: YKY s.453]