Cuma, Haziran 01, 2012

Posta Arabaları



Sessiz eşya, yalnız ve gece.

Kendi kendine düşüveren, devrilen, sarkan, sallanan, kopan, kırılan, çatlayan eşyalar, açıklanamaz oldukları sürece, efsunlu kapıları aralar, umulmaz haberler getirirler. Sözgelimi apansızın patlayan ampül, aklı ilk elden elektrik anahtarına, oradan sigortasına, giderek sokağın trafosuna, elektrik idaresine götürebilir. Ya da kısa yoldan ampulün tungsten teli ile Edisonvâri bir açıklama bulunabilir olan bitene. Vaziyet fizik-kimya yordamıyla ayrışadursun, düşgücü çoktan devreye girmiş, sis farlarını yakmıştır. Tersi kanıtlanamaz gerçekler üşüşür gelirler birer birer.

Bilge Karasu’nun şah yapıtı Gece, kitaplığın ‘sık kullanılanlar’ grubundan yere düşüp (s)açıldığı sıra başladı silsile. Enis Batur’un Kravat’ını okuyordum, kanepeye uzanmış. Patırtıya irkildim, hay ile ay arası bir ses çıktı içimden. Gördüm, gevşedim, elimdeki kitabı göğsüme yatırırken (bazı kitaplar gövdenizi kucakladıklarında yatıştırıcı etki gösterirler) derin bir soluk verdim. Alınan soluktur derin, verilen soluk sığ mı yoksa dik mi olmalı diye zırvalarken tavandaki aynadan kendime baktım ki: çırılçıplağım, boynumda bir kravat. Gülümseyerek doğruldum, Gece'yi yerden aldım; açık sayfada şu satırlar:

“Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişememektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.”

Bilen zaten bilir, ben yeni öğrendiydim Enis Batur’un Bilge Karasu’dan “el aldığını”. Öyle ya, Göçmüş Kediler Bahçesi'nin birinci bölümü 'Enis’e' armağandı. Nasıl indi ki bu kitap öyle? Sırası mıydı? Sırasıydı demek ki... Gece’yi Kravat’ın üstüne koydum, aradan çekildim: “Usta Beni Öldürsen E!”

Bir sigara yaktım, bir nefes çekip süratle kül tablasına koydum; sehpada gözüme ilişen Tutunamayanlar'ı çekiverdim önüme. Mimlemişim:

“Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş elmayla on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulur şeyleri sevebilirsiniz yalnız. Siz A ve B’den değil, üç erkek ve beş kadından anlarsınız ancak.“

Çarpıntı tırmandı, derken huzur verici bir şaşkınlık. Kolay değil, saniyelerle ölçülü kısacık zaman diliminde, bir ustadan bir ustaya savrulmuş, düpedüz dayak yemiştim. Bile isteye savrulmayı oldum olası oyun bilmişimdir; filmleri, kitapları, müzikçileri birbirine katıştırmaktan tarifsiz hazlar çıkarırım da, şimdi oynadığım rol ‘otomatik edilgen’, ne yalan söyleyeyim, müthiş ürküttü beni.

Neden sonra biraz abarttığım kanısına vardım. Kül tablasını kapıp internetin başına geçtim. Search: “Enis Batur” (kabul, kaşınıyorum): Cumhuriyet gazetesinin sitesinde kimi yazılarına ulaştım Batur’un. On yedi yazısı duruyordu orada, yalnızca 'Karşılıksız İlişkiler' başlıklı yazısında fotoğrafı kullanılmış, humourunu da sezdiren rabıtalı bir gülümsemeyle bakıyor ekrandan. Durmadım, ona tıkladım. EB’nin sinema yazılarını (g)özleyenler için, yazının son bölümünde tadımlık bir vuslat:

“Godard, bir bakıma tournesol kâğıdı. İnsanları ikiye ayıran bir temel özelliği olduğunu düşünüyorum. Sinemaseverleri demek daha doğru olur aslında. Sinemayı kendisi için, anlattıkları için değil, sevenlerin yönetmenleri böyle: Filmlerinin ortasında sinematografi üzerinde düşünmeden yapamıyorlar. Alphaville, özünde, bir üst-film. ...”

Onca zaman kaç, buymuş yolun sonu. Odayı kararttım, izledim. Siyah-beyaz bir film Alphaville. Sonunda ne mi oluyor: Beyaz’ı uçuyor filmin. Dahası: biçimsel yönden bakınca, Alphaville ile Gece arasında sıkı bir dostluk var...

Uzanıyorum. Gecenin aydınlığı çapraz bölüyor Cemal Süreya’nın duvardaki portresini. Duygan bakışlarının iki yanında, sigarası ve saati, birlikte işliyorlar...

"Kan var bütün kelimelerin altında / Yaprağını dökecek ağaç yok burda / Ama ışık dökebilir olanca renklerini / Sürekli işbaşındadır belleğin / Tanık şairler arasında / Oyuncu arkadaşlar arasında”

Sürgüler itiliyor. Posta arabaları geçiyor uzaklardan.





Cuma, Nisan 27, 2012

Dehşet bir Deneme

(Ayna filminden, Andrey Tarkovski)

enis batur için, enis batur gibi, gibi

3.420.000 kayıt getiriyor Google sorgusu dehşet’in. Sonuna bir ‘i’ eklediğinizde: 11.700.000. Sokaklarda karısını bıçaklayan insan bozuntularından pitbullara, onlarca kişiyi yutan doğal afetlerden kamyonlara, motosikletlere kadar oldukça geniş bir yelpazeye saçılıyor dehşet.

Seviyoruz dehşet'i. 80’lere gönderme yapan kan kardeşi ‘panik’ kadar ağızlara dolaşmasa da, sinema sektöründe can simidi görevini beraberce sırtlandığını biliyoruz. Otelde Dehşet, Hastanede Dehşet, Baloda Dehşet hepimizin gördüğü başyapıtlar mutlaka, gelin görün ki Alien’ı ‘Uzayda Dehşet’ diye çevirmek, kötü bir şaka. “Gerilimlere panik, korkulara dehşet, ne âlâ memleket..”

(Aklıma Peter Randa’nın çocuklar için yazdığı “Uzayda Dehşet: Tora” [Tora: Horror in Space, insaflı çeviri] adlı bilimkurgu romanı geliyor şimdi. Ağbimindi bu kitap, okumadım. Asıl adı Andre Duquesne olan Fransız yazar, meğer Peter Randa dışında Jacques Alain, Urbain Farrel, Herbert Ghilen, Jules Hardouin, Jim Hendrix, Henri Lern, Andre Olivier, H.T. Perkins, F.M. Roucayrol, Diego Suarez, Jehan Van Rhyn, Percy Williams takma adlarını da kullanmış: dehşete kapıldım.)

Yalan yok, ilgi çekiciliği tartışılmaz dehşet'in. Onca hoyrat kullanıma rağmen anlamı bozunmayan güçlü sözcük. İngilizce karşılıkları ‘terror’ ve ‘horror’ın insanın üzerine üzerine yürüyen hırıltısı, ‘dehşet’te durgunluğun birdenbire yırtılışı. İster olumlu ister olumsuz, ruhdurumunun iki ucuna da erişebilirsiniz onunla. Ses benzeri ‘behçet’, ‘sevinç’ demek oysa. Ne ki, orada da tutamamışız kendimizi: 'Parçala Behçet'.

İki dize: an gelir şimşek yalar / masmavi dehşetiyle siyaset meydanını - Attilâ İlhan. Bir son cümle: Onu dehşet özlüyorum. -Enis Batur, ‘Yusuf Atılgan, bir Profil Denemesi’

Acaba neden: dehşet saçar, dehşete düşer, dehşetle karşılar, dehşetten donar, dehşeti yaşar, yaşatırız da; türkülerde ve atasözlerinde rastlamayız dehşet’e?



Çarşamba, Nisan 18, 2012

Hayalet Avcıları III



Yukarıdaki ilanlardan ilki, 2008 yılı başlarında portfolyoma attığım, kimi ajanslara da CV niyetine sunduğum, yayınlanmamış, uydurma bir iş. Reklam yazarlarının hepsinin cebinde bulunur böyle şeyler, bulunmalıdır. Gelgelelim, bulmak çetrefilli icraat. 

Yaratıcılığın zekâ ile doğrudan ilişkili bir ehliyet olmadığı, Amerikalı psikiyatrist Lewis Terman’ın başlattığı IQ’su yüksek bir grup çocuk (“Termitler”) üzerindeki gözlemlerle kanıtlı bugün: Seksen yılın sonunda, içlerinden yalnızca birkaçı yaratı evreninin yolunu tutacaktı.

Zekâ ile kurnazlık ise yanyana durur neredeyse. Karga gibi zekâsıyla ünlü o cingözü bile ağacın dalında ağzı açık umarsız bırakan Tilki cenapları, sempatiktir. Kestirmesi çok güç: La Fontaine üçyüzelli yıl aradan sonra bugünü görseydi; dersini almış kargaların yerine, hinoğluhin tilkilerin çoğaldığına şaşırır, iç çeker miydi acaba? Tilkiler, zekidir. Tabii burada zekâyı “ne kadar zekisin!” anlamıyla kullanıyorum.

‘Yaratıcı Beyin’ kitabının yazarı Dr. Nancy Andreasen basitçe tanımlıyor: “Yaratıcılık, yaşama yepyeni bir gözle bakabilme ve bunu kullanarak güzel veya işe yarayan şeyler ortaya çıkarabilme yeteneğidir”. Buna göre reklamcılığın yaratıcılıkla bir ilgisi olmadığı sonucuna da pekala varılabilir. Öyle ya, reklamcılık yaratıcılığın da devreye girdiği bir formulasyon işidir ne de olsa. Yaratıcı insanlar, evet bu mesleği daha iyi sürdürebilirler, ancak reklamcılık bir yaratıcılık eylemi değildir, bunu söylüyorum. Son ürünün işe yarar olup olmadığı şöyle dursun, keyfekeder ortaya konmayan hiçbir ürün için yaratıcılıktan söz edilemez, ekliyorum. Reklam yazarı distilasyon kimyageridir, abartmıyorum.

Dedim ya, sahiden de çetrefildir bulmak. Arayan Mevlâ’sını da bulur belâsını da, iyilik eden iyilik bulur, karga aldanır tilki yolunu bulur, eden bulur inleyen ölür, iz bulunur, “Buz bulunur”, hatta hak bile yerini bulur da bazen oturursunuz makinenizin başına, yazacak şey bulamazsınız...

Öteki ilanın yaratıcılarını teker teker alınlarından öpüyorum.


Reklam ajansı: ALICE BBDO, Istanbul, Turkey
Yaratıcı Yönetmen: Ali Göral
Art Direktör / İllüstratör: Arda Albayraktar
Metin yazarı: Ali Göral
Diğer ekip üyeleri: Evren Doğrar, Kutlay Sındırgı
Yayın tarihi:  Aralık 2008



Perşembe, Nisan 05, 2012

Kum


Bugün pastaneye gittim. Çalıştığım zamanlar uğrardım buraya. Önünden geçerken, bodrum katın havalandırmasından yükselen o yekpâre pasta-çörek kokusu midemi kaldırır, adam gibi kahvaltı etmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi çarpardı suratıma her sabah.

Öğleden sonra havalandırmayı kapatıyorlar demek. Pastacı gece çalışıyor tabii. Şimdi, içerde mi uyuyordur ki?

- Buyrun efendim, hoş geldiniz.
- Hoşbulduk. Ponçik kalmadı mı?
- Ponçikkk...kalmamış efendim. Ay çöreği verelim?
- Yok, yemem.

Plastik yüznumara terliği de giyiyor mudur acaba? Birden, un içinde yüzügözü bembeyaz pastacı geldi gözümün önüne. Ağzında sigarası, hareketleri miskin koalalar gibi aheste, çömelmiş, bir eliyle bıyıklarını düzeltiyor, dalgın, uzaklara bakıyor. İyi ama bu bir fırıncı değil mi? Pastacının kırmızı gözleri, beyaz muşamba önlüğü, kaset yuvası anteni kırık, pilleri sarkık unbeyaz radyosu, dilinde yanık türküleri olur bir defa.

- Sigara içilmiyor değil mi burda?
- Dışarda içiliyor efendim?
- Ha, masaları attınız mı. O zaman bana bir çay, bir de... Şu ne? Ponçik değil mi o?
- Hangisi? Hayır, onlar boşnak bezesi.

Bodrum katta pasta yapmak — fena metafor değil aslında. Sigara içmeye de çıkar mı ki şimdi usta kapının önüne... Çıksa, hemen yan apartmanın girişindeki basamaklara oturur kesin. Efkârlıdır, şüphesiz. Ama keyiflidir de, çalıştığı için. Çok çalıştığı için. Alçakgönüllüdür, belli etmez hiç, ama ağır top olduğunu da bilir. Koca dükkan onun eline bakıp duruyor ne de olsa...

- Bir çay daha?
- Alayım.

Bembeyazdır teni. Bahar, imalathaneye henüz gelmemiştir, geldiği de pek öyle görülmemiştir ya: Bir gün mutlaka gelecektir. Neden bunları düşünüyorum ki ben? Sana ne o’lum pastacıdan? Bir ayniyat yakaladın diye ordan hikâye devşirmeye heves ettin ama vazgeç, yemezler. Hem besbelli kitap okuduğun falan da yok senin, kim bilir kaç kere yazmışlardır bunları. Birazdan küçük bir çocuğu annesiyle yan masaya da oturtursun sen şimdi, şımarık piç pastayı beğenmez yere atar, pastacı da görür, içinden küfreder, hüzünlenir. Hüzünlenir mi, küfür mü eder? Bu kadar şahsiyetsiz bir kurguyu bile tutturamadın gördün mü, hâlâ ne öyküsü, ne masalı? Yürü git bak in şu yokuştan aşağı, Tophane-i Amire'de Mehmet Aksoy’un sergisini bir gez hadi sen. Kaçıracaksın gene güzelim sergiyi. Ulan iki adımlık yol hem de. Dali’ye de gitmiyordun az daha. Salak herif. Çık ordan, geç karşıya, İstanbul Modern, oraya da bak. Neymiş, beleş diye incisözlük sikertmesi falan olabilirmiş bugün orda, gitmezmiş. O’lum, senin kadar salak bir adam daha görmedim ben ömrümde.




[Kedikumu (2011), Acouistic, Çev: Kâmuran Şipal. İstanbul: YKY s.453]