muz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
muz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Ekim 15, 2012

Maymunlar Arası İlişkiler (+1)


'Kaypak' Billy Watson (1880-1940)

Mark Twain ile komedyen Will Rogers’ın ortak arkadaşı Cal Stewart, Sigmund Freud ile aynı yıl, 1856’da, Virginia’nın küçümen bir kasabasında yoksulluk içinde dünyaya gelir. Bay Stewart, anlattığına göre, on iki yaşındayken evden mi ayrılmıştır yoksa ev mi ondan ayrılmıştır pek belli değildir:

Ohio nehri posta vapurlarından birinde limonatacılık, fıçı imalat atölyesinde kontrol kâtipliği, Tennessee, Virginia ve Georgia tepelerinde kurulan kamplarda oymakbeyliği, M.K & T.R.R köprüsünün inşaatında amelelik ve at kiralanan şenliksiz bir ahırda seyislik yapmıştır. Sahnelere ilk adımını Cincinnati Devlet Tiyatrosu’nda atar. Ama ondan evvel odun kırıcılığı, maden işçiliği, travers ustalığı, tarım işçiliği, bölge okulunda öğretmenlik (yaşça büyük bazı kız öğrencilerle aşk yaşadığını gizlemez), biçerdöver şoförlüğü gibi işlere de bulaşır. Demiryolu taşımacılığında düpedüz kariyer çıkar: makasçılıktan kondüktörlüğe, makinistlikten de bir nakliye firmasının kontrol şefliğine kadar yükselir. Sirklerde, farslarda, vodvillerde, varyetelerde, burlesklerde, operakomiklerde, kumpanyalarda, müsamerelerde, kermeslerde, piyeslerde boy gösterir; bir gece kibrit kutusu kadarcık bir arabada uyumuşsa ertesi gün beş yıldızlı bir otelin kral dairesinde yıkar gözlerinin çapağını. Bunca şeyi takataka sıkışına bakınca, Stewart’ın gözde mesleğini tahmin etmek öyle güç olmasa gerek: Seyyar satıcılık.

Kırkına dayanan Stewart bir gün Thomas Edison’un mucidi olduğu fonografla tanışır. İnsan sesini kaydedebilen bu mucizevî icadın adamakıllı büyüsüne kapılarak fonograf satılan müzik dükkânlarının gediklisi olur çıkar. Gelen müşterilere, sahnelerde canlandırdığı 'Josh Amca' tiplemesiyle kayıtlar doldurmaya bile başlar. 150$ gibi hayli uçuk fiyatıyla evlere girmekte zorlanan fonograf makineleri, Stewart müşterilerin isimlerini de plağa okumayı akıl edince peynir ekmek gibi kapışılır. Kayıtlar elden ele, kulaktan kulağa yayılır, Josh Amca'nın şanına şan katar. Böylece Stewart, Edison, Colombia, Victor başta olmak üzere yüzlerce yapım şirketiyle anlaşmalar imzalar, plakları muazzam ilgi görür. 1919’da öldüğünde geride milyonlarca ‘konuşan plak’ bırakmıştır.

Şimdi, 1898 yapımı 'Josh Amca Mağazada' başlıklı kaydı dinleyelim: 

“Efendim, havalar soğuyor, kış kapıda malûmunuz. Dedim şu yeni açılan büyük mağazalardan birine gideyim de, kendime şöyle kalınca bir gocuk alayım. Ama ne mümkün efendim, ara tara yok koca mağaza... Yerin dibine batsın, ona sor, buna sor, ötekine sor, berikine sor, zor belâ buldum nihâyet... Kaldırımda yürüyorum, tam karşıda mağaza, vitrinlere falan bakınıyorum, -efendim ayıptır söylemesi- herifçioğlunun teki muz yemiş, kabuğunu da bir güzel yere atmış mı?.. Sen bir bas o muzun kabuğuna... Allaaah! diye feryad ederekten havada üç takla beş cumbalak bendeniz... Felekiyâtta ne kadar yıldız varsa oturdum tek tek saydım, vallahi eşekten düşmüşten bin beter oldum azizim!.. Üstüne de, yolun karşısından bacaksız bi hergele, ağzı kulaklarına varmış, ordan bana ses etmesin mi: “Beyamca! Beyamca! Allah için bir daha düşer misin? Anacığım demincek seni göremedi de!”

Görüldüğü gibi gülmece, gülündüğünde de, günlük tüketilmediğinde de karın ağrısına yol açabilen bir tür. Ben geçen sefer 'muz kabuğuna basan adam' ilkin Chaplin'in elinden beyazperdeye düşmüştür derken yanlış bir şey söylemiyordum: imgenin hakikati değil, yaygın dolaşıma çıkış öyküsüydü beni asıl çelen, sinemadan yürüdüm. Kaldı ki, muz kabuğunun ilk Stewart’ı kapaklamadığı çok belli:

'Çim' üzerine de bir kitabı bulunan Virginia Scott Jenkins, Bananas: An American History adlı kitabında, 1861 tarihli Sunday School gazetesinde çıkan bir makalenin, portakal ve muz kabuklarını sokağa atmamaları için öğrencileri uyardığından söz ediyor-muş meğer. İsmi belirsiz birinin kaleme aldığı bu patavatsız makalede, yere atılmış bir kabuğa basarak düşen, bacağı kırılan, kırılan bacağı kangren olup kesilen, sakat kaldığı için de işinden olan zavallı bir adamın, karısı ve çocuklarıyla yaşadığı fukara gecekondusunda acılar içinde öldüğü yazılıdır. Jenkins, zamanın çevreci tutumunu pekiştiren bir gösterge daha sunuyor: 1880 yılında Harper’s Weekly’de çıkan bir karikatürün 'Sebep' yazılı birinci karesinde, İrlandalı bir adam yediği muzun kabuğunu kaldırımda yürüyen silindir şapkalı, smokinli bir beyefendinin önüne atmak üzeredir. 'Netice' yazan ikinci karede, silindirli beyi sedyede taşınırken görürüz.

Jenkins’e kulak asarsak, MKBAdam’ı ilk sahneleyen 'Kaypak' (Sliding) lakabıyla ünlü Billy Watson adındaki ('Tombak' Billy Watson ile karıştırılmasın) bir başka vodvilcidir. Billy’ye kaypak denmesinin sebebini ise Dünden Bugüne Vodvil: Amerikan Varyete Oyuncuları Ansiklopedisi'nde (F. Cullen, 2007) buluyoruz: Sahneye çıkmadan evvel iskarpinlerinin tabanlarını pudrayla güzelce ovalar, koştur koştur hız alıp sahnenin göbeğine kadar kayarak gelir, selâmını verir, bir de seyircinin gözünün içine baka baka tabanlarına pudra falan sürmediğini, bu âni çıkış özelliğinin kendisinde doğuştan mevcut olduğunu söylermiş. Hatta bir keresinde, bir röportajında, yerde ne zaman muz kabuğu görse şapkasını çıkarıp yerlere eğildiğini, kendisine yürü yâ kulum çektiği için muz kabuğuna şükranlarını sunduğunu belirtmiştir.

MKBA ilk ne zaman düşmüştür sorusunun peşine düşecek kadar saksıyı kırmadım henüz...

Jules Verne bile, Seksen Günde Devr-i Âlem (1872) romanında, Allahabad yakınlarında bir muz ağacının gölgesinde mola verdiğinde, muzun ekmek gibi besleyici, krema gibi kıvamlı bir meyve olduğunu, bol bol yenerek değerlendirildiğini okura açıklama gereği duyduysa, işe demek 'Hindistan’da Muz' diye de koyulsam ı-ıh, altından kalkamam...

İyisi mi gelin son bir filmle mevzu'muzu örtbas edelim: The Dreamers. Sinema tarihinde muzu böylesine kuşatan bir film olduğunu sanmıyorum ben. Muzun evrenselliğe ulaşmış ekonomik ve cinsel niteliklerinin senkronize katedildiği, filmin gövdesine egemen akıl-zekâ-paylaşım-özgürlük-devrim zincirinin minyatürü bir sekanstır o: Tamtakır kuru bakır kalıveren üç çiçek çocuk çareyi apartmanın çöplüğünde buldukları yiyeceklerde arar. Bayat filetolar, kokuşmuş biftekler gerisingeri çöpü boylamaktadır ki, çürümeye yüz tutmuş bir adet muz eyvahlarına yetişir. Gençlerden Fransız olanı muzu bölüştürmeye davranırken, sarışın Amerikalı “Bana bırak” der, “ben hallederim”. Bir illüzyonist karizması takınan genç, muzu alır, soyar, işaret parmağını muzun sivri ucuna usulca batırır: parmağını soktukça muz bir çiçek gibi açar, üç eşit parçaya bölünür — ne de olsa 'banana split' 1904’ten beri yenen bir Amerikan tatlısıdır.

Son filmini görmeden Bertolucci hakkında bir şey söylemek istemem gerçi, gelgelelim filmin bütününün, sinemanın sihrini/sinemayı görünür kılasıya sinema vs. yaşam bahsine uzandığı unutulmazsa, Bertolucci’nin ömrübillâh böyle bir filme imza atamayacağı kuşkusu kaplıyor içimi. Filmdeki başarıyı, aynı zamanda bir sinema yazarı olan Gilbert Adair’in The Holy Innocents adlı senaryo romanında aramak, yerinde olur sanıyorum. Bertolucci’yi –bizde benzeri çoktur- usta yönetmenlerin yanında çalışınca film yapası gelen adamlardan sayarım ben.

Peşine düşmeye değmez..



Pazartesi, Eylül 24, 2012

Maymunlar Arası İlişkiler


(Charles Spencer Chaplin, The Circus, 1928)
Bengü için

Beyaz peynir yemediğimden olsa gerek, kahvaltı'dan törensel bir haz alamamışımdır. Her gün tekrarlanan eylemlerden olduğu için, ayrıca sıkıcı bulurum. Beni daha çok aç açına sigara içmemek ilgilendirir. Bundan hemen yediğine içtiğine dikkat etmeyen biri olduğum çıkarılmasın ama: ben yemek yemeyi de sevmem.

Evde ailece ettiğimiz kahvaltılar, bildik kahvaltılıklardan oluşurdu. Beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin, domates, salatalık, reçel, bal, yumurta, çay. Ağbimle bana illâ ki süt. Peynir yemiyorum ya, vücuduma girmeyen kalsiyumu sütten almam gerekiyor. Peynirin tadını en çok da kokusunu sevmiyorum; peynir tabağı sofrada önüme denk düşmüşse mızmızlanıyorum, kaldırılıyor, yerine reçel konuyor. Misafirliklerde ikram edilen peynirli börekleri çörekleri yemediğimde “A-aa? E canım peynir yenmez mi hiiç?!” ayıplamasına mâruz kalıyorum. Sıkılıyorum. Bu teyzelerden bazıları işi abartıp bana gizlice peynir yedirmeye kalkışırdı bir de. “Yoğurt o tatlım yoğurt..” ya da “Seninkiler peynirsiz güzelim..” gibi çalışılmamış, pestenkerani numaralarla... Çok sinirlenirdim. Ama büyüklerin bir anda gündemini değiştirmek de hoşuma giderdi hani. Söylemesem olmaz, hepsi öyle değildi: Rana ile Hülya teyzelerimi çok severdim. “Ben kıymalı yaptım bi’ taneme, özel.”

Pazar kahvaltıları evet daha coşkulu olurdu ama bundan açacak değilim. Dedim ya sevmem ben kahvaltı etmeyi. Midemin kimseye sorup etmeden kararlar almış olması canımı sıkar sabah sabah. Bu yüzden hem sağlıklı, hem pratik kimi formüller geliştirmişimdir kendimce. Mesela Ankara’da yaşadığım yıllar muz-yoğurt-ceviz üçlüsü epey işimi gördü. Artık yanında süt yok, çay. Bazen cevizin yerini badem aldı, bazen kayısı çekirdeği... Tabiî formülün sakıncalı yanları da yok değil: bu üçlü zeytin gibi, reçel gibi aylarca buzdolabına kamp kurmaz. 2-3 günde bir yeni muzlar alınacak, haftada bir yoğurtlar tazelenecek, ceviz-badem-fındık kuruyemişçiden ‘çiğ’ temin edilecek. Yoksa birinci haftanın sonunda 1 ceviz, 3 bademle kahvaltı etmek kaçınılmaz olacaktır.

Yediğim muzun etiketini sağa sola yapıştırmak, sanırım bu sabah kahvaltılarından kalma kötü bir alışkanlık. Masama bakıyorum: şu sıralar Bonanza! diye telaşlı bir marka öne çıkıyor. Ardından bir klasik: Chiquita... Özal’lı ‘Gelişen Türkiye’ resminin tıpkı Nescafé gibi, Marlboro gibi renkli figürlerinden bir tanesi. Seksenler andacı. Seks parantezi. Cinsel motifleri üzerine sıkı sıkıya kuşanmış nadir şey’lerden. Sarışın başlayan büyüsü, alaycı bir kavisle gülümseyen sureti, avuca oturan kunt cüssesi, elbisenin askıları gibi zarifçe sıyrılan kabukları ve hayli hassas bir dengeye ayarlı sertlik-sululuk oranı ile eroti.. Şöyle mi demeli: Bir meyve; David Bowie.

Bütün bunlar muzu diğer meyvelerden ayırmaya fazlasıyla yetiyorken, apaçık “çük” sesli, zenci malı ve daha iri olanlarını ithal etmenin altında uzun yıllar gizli bir mesaj aradım durdum ben. Aklım biraz erer olduğunda 'Muz Cumhuriyeti' kavramı kafamdaki sorulara bir parça yanıt olduysa da, eklemeliyim: Porno filmleri “miki” parolasıyla çağırmamız da yine rahmetli cumhurbaşkanımız Turgut Özal dönemindedir.

Nedir, lezzetlidir. Muzlu sütten muzlu pastaya, gastronomide kendine geniş bir alan açmakla yetinmez, kızartmaya gelişi ya da dondurmadan âni çıkışıyla sürpriz yapmasını da bilir. Hele akşamları yenen meyvelerin arasında büsbütün şahlanır. Kuşku yok ki, bunlar da çikita muzun yüksek fiyattan pazara girişiyle kazandığı marka değerine bağlanabilir kimilerince. Oysa muz, öteden beri elimizden düşmemiştir: Maymunlar arası ilişkilerde yeri gelince dişiye kur yapma vazifesi gördüğü hesaba katılacak olursa, bugün mutfak tezgahlarındaki yeri ve önemi bal gibi anlaşılır.

Sahiden, muz kabuğuna basıp da düşen olmuş mudur bilmem. Ama ilk kez, Charles Chaplin'in By the Sea (1915) adlı kısacık bir filminde rastlanmıştır buna. Bu filmde Chaplin, görülmeye değer bir ustalıkla, kendi yediği muzun kabuğuyla yeri boylar. Çok geçmeden, Scorsese'nin Hugo filminde andığı komedyen Harold Lloyd da kervana katılır, öyle kereste müdürü gibi taklit etmez elbet, bu kez onun attığı muz kabuğuyla garsoncağız yere çakılır. Chaplin'in muzla ilişkisi bu kadarla kalsa iyi: Büyük Diktatör öfkeden deliye döndüğünde hırsını meyve kâsesindeki bir muzdan çıkarır, ya da ötekinde, Şarlo, zengin evden kovulurken muzun tekini aşırıverir gizlice...

Sirk deseniz, orda iki yerde birden kullanır muzu Chaplin: Palyaço seçmelerindeki Giyom Tell parodisini elma yerine cebinden çıkardığı muzla kotarmaya kalkar; daha absürdü, tel cambazlığına soyunduğu sıra tepesine tüneyen maymunlardan biri yediği muzun kabuğunu telin tam üzerine şandeller, Şarlo, ölümden döner.

Chaplin'in Yumurcak filminde ise muz falan yoktur. Ama olur a kendimizi tutamaz 'Türk Sinemasında Muz' gibi aynalı bir başlık açarsak eğer, işte o zaman baştan uca Yumurcak'a öykünen, (son'unda babamın sessiz ağlayışını unutamam) Kemal Sunal’ın Garip filmindeki şu sahne oraya uçarak konacaktır: Garip Kemal hastalanan kızına cebindeki son parasıyla eczaneden ilaçlar alır, iyi beslenmesi için kasaptan bir kilo pirzola, manavdan da bir kilo muz. Doğrusu, iyi de eder, zîra Attilâ İlhan'ın 'Eyi Muz Eyi' şiirinde, tezgâhını sokak sokak gezdiren muz satıcısı da hastalara şifa diye övmektedir muzu. Manav, yerli muzlardan tartmaya el atmıştır ki, Kemal yoksulluğa aldırış etmez, fırçasını çeker: “Yoo, ondan değil! İthalinden, çikita!”

Tim Burton’a pek yüz sürmem ya, bunu bir "muz orta" kabul ederek, Beetle Juice filminden belleğime sızmış Banana Boat şarkısını buraya alalım. Woody Allen'ın başlar başlamaz narkoz etkisi yapan Bananas filmini de. Bir de Bud Spencer diye bir adam vardı sakallı, iri kıyım, kötü adamları tuttuğu gibi savuruveren, onun bir filmini: Banana Joe. Ne gülmüştük ağbimle o filme.. bir nevi Cüneyt Arkın parodisi. Hoş, biz Cüneyt Arkın filmlerine de çok gülerdik. Hele bayramlarda, TRT’nin yayınladığı Battal Gazilere, gizlice içtiğimiz muz likörü eşliğinde....

Bir gün Edi evde kulağına muz dayamıştır, Büdü meraklanır:

- Edi? O muzu neden kulağına tutuyorsun?
- Timsahları kaçırtmak için Büdü...
- İyi ama, burda timsah falan yok ki Edi?!
- Haklısın Büdü. Muz işe yarıyor desene!