Bugün pastaneye gittim. Çalıştığım zamanlar uğrardım buraya. Önünden geçerken, bodrum katın havalandırmasından yükselen o yekpâre pasta-çörek kokusu midemi kaldırır, adam gibi kahvaltı etmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi çarpardı suratıma her sabah.
Öğleden sonra havalandırmayı kapatıyorlar demek. Pastacı gece çalışıyor tabii. Şimdi, içerde mi uyuyordur ki?
- Buyrun efendim, hoş geldiniz.
- Hoşbulduk. Ponçik kalmadı mı?
- Ponçikkk...kalmamış efendim. Ay çöreği verelim?
- Yok, yemem.
Plastik yüznumara terliği de giyiyor mudur acaba? Birden, un içinde yüzügözü bembeyaz pastacı geldi gözümün önüne. Ağzında sigarası, hareketleri miskin koalalar gibi aheste, çömelmiş, bir eliyle bıyıklarını düzeltiyor, dalgın, uzaklara bakıyor. İyi ama bu bir fırıncı değil mi? Pastacının kırmızı gözleri, beyaz muşamba önlüğü, kaset yuvası anteni kırık, pilleri sarkık unbeyaz radyosu, dilinde yanık türküleri olur bir defa.
- Sigara içilmiyor değil mi burda?
- Dışarda içiliyor efendim?
- Ha, masaları attınız mı. O zaman bana bir çay, bir de... Şu ne? Ponçik değil mi o?
- Hangisi? Hayır, onlar boşnak bezesi.
Bodrum katta pasta yapmak — fena metafor değil aslında. Sigara içmeye de çıkar mı ki şimdi usta kapının önüne... Çıksa, hemen yan apartmanın girişindeki basamaklara oturur kesin. Efkârlıdır, şüphesiz. Ama keyiflidir de, çalıştığı için. Çok çalıştığı için. Alçakgönüllüdür, belli etmez hiç, ama ağır top olduğunu da bilir. Koca dükkan onun eline bakıp duruyor ne de olsa...
- Bir çay daha?
- Alayım.
Bembeyazdır teni. Bahar, imalathaneye henüz gelmemiştir, geldiği de pek öyle görülmemiştir ya: Bir gün mutlaka gelecektir. Neden bunları düşünüyorum ki ben? Sana ne o’lum pastacıdan? Bir ayniyat yakaladın diye ordan hikâye devşirmeye heves ettin ama vazgeç, yemezler. Hem besbelli kitap okuduğun falan da yok senin, kim bilir kaç kere yazmışlardır bunları. Birazdan küçük bir çocuğu annesiyle yan masaya da oturtursun sen şimdi, şımarık piç pastayı beğenmez yere atar, pastacı da görür, içinden küfreder, hüzünlenir. Hüzünlenir mi, küfür mü eder? Bu kadar şahsiyetsiz bir kurguyu bile tutturamadın gördün mü, hâlâ ne öyküsü, ne masalı? Yürü git bak in şu yokuştan aşağı, Tophane-i Amire'de Mehmet Aksoy’un sergisini bir gez hadi sen. Kaçıracaksın gene güzelim sergiyi. Ulan iki adımlık yol hem de. Dali’ye de gitmiyordun az daha. Salak herif. Çık ordan, geç karşıya, İstanbul Modern, oraya da bak. Neymiş, beleş diye incisözlük sikertmesi falan olabilirmiş bugün orda, gitmezmiş. O’lum, senin kadar salak bir adam daha görmedim ben ömrümde.
[Kedikumu (2011), Acouistic, Çev: Kâmuran Şipal. İstanbul: YKY s.453]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder