Perşembe, Nisan 05, 2012

Kum


Bugün pastaneye gittim. Çalıştığım zamanlar uğrardım buraya. Önünden geçerken, bodrum katın havalandırmasından yükselen o yekpâre pasta-çörek kokusu midemi kaldırır, adam gibi kahvaltı etmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi çarpardı suratıma her sabah.

Öğleden sonra havalandırmayı kapatıyorlar demek. Pastacı gece çalışıyor tabii. Şimdi, içerde mi uyuyordur ki?

- Buyrun efendim, hoş geldiniz.
- Hoşbulduk. Ponçik kalmadı mı?
- Ponçikkk...kalmamış efendim. Ay çöreği verelim?
- Yok, yemem.

Plastik yüznumara terliği de giyiyor mudur acaba? Birden, un içinde yüzügözü bembeyaz pastacı geldi gözümün önüne. Ağzında sigarası, hareketleri miskin koalalar gibi aheste, çömelmiş, bir eliyle bıyıklarını düzeltiyor, dalgın, uzaklara bakıyor. İyi ama bu bir fırıncı değil mi? Pastacının kırmızı gözleri, beyaz muşamba önlüğü, kaset yuvası anteni kırık, pilleri sarkık unbeyaz radyosu, dilinde yanık türküleri olur bir defa.

- Sigara içilmiyor değil mi burda?
- Dışarda içiliyor efendim?
- Ha, masaları attınız mı. O zaman bana bir çay, bir de... Şu ne? Ponçik değil mi o?
- Hangisi? Hayır, onlar boşnak bezesi.

Bodrum katta pasta yapmak — fena metafor değil aslında. Sigara içmeye de çıkar mı ki şimdi usta kapının önüne... Çıksa, hemen yan apartmanın girişindeki basamaklara oturur kesin. Efkârlıdır, şüphesiz. Ama keyiflidir de, çalıştığı için. Çok çalıştığı için. Alçakgönüllüdür, belli etmez hiç, ama ağır top olduğunu da bilir. Koca dükkan onun eline bakıp duruyor ne de olsa...

- Bir çay daha?
- Alayım.

Bembeyazdır teni. Bahar, imalathaneye henüz gelmemiştir, geldiği de pek öyle görülmemiştir ya: Bir gün mutlaka gelecektir. Neden bunları düşünüyorum ki ben? Sana ne o’lum pastacıdan? Bir ayniyat yakaladın diye ordan hikâye devşirmeye heves ettin ama vazgeç, yemezler. Hem besbelli kitap okuduğun falan da yok senin, kim bilir kaç kere yazmışlardır bunları. Birazdan küçük bir çocuğu annesiyle yan masaya da oturtursun sen şimdi, şımarık piç pastayı beğenmez yere atar, pastacı da görür, içinden küfreder, hüzünlenir. Hüzünlenir mi, küfür mü eder? Bu kadar şahsiyetsiz bir kurguyu bile tutturamadın gördün mü, hâlâ ne öyküsü, ne masalı? Yürü git bak in şu yokuştan aşağı, Tophane-i Amire'de Mehmet Aksoy’un sergisini bir gez hadi sen. Kaçıracaksın gene güzelim sergiyi. Ulan iki adımlık yol hem de. Dali’ye de gitmiyordun az daha. Salak herif. Çık ordan, geç karşıya, İstanbul Modern, oraya da bak. Neymiş, beleş diye incisözlük sikertmesi falan olabilirmiş bugün orda, gitmezmiş. O’lum, senin kadar salak bir adam daha görmedim ben ömrümde.




[Kedikumu (2011), Acouistic, Çev: Kâmuran Şipal. İstanbul: YKY s.453]




Pazar, Aralık 11, 2011

Gözleri Biraz

"Deri Değiştiren Yılan", Ali Teoman Germaner  (Ankara Resim ve Heykel Müzesi)



DEĞİŞİM

İnce uzun bir hayvan
Çarpıyor
Çarpıyor
Çarpıyordu kendini taşlara.
Canı mı sıkılıyor
Can mı çekişiyordu yoksa?
Yok efendim dedi yanımdaki adam
Gömlek değiştiriyor yılan
Bu hallerden anlarız dedi az çok
Biz de sınıf değişmiştik bi zaman

Can YÜCEL


Acaba diyorum, şu baş harflere takılıyor da gözüm...

Benzer biçimler alt alta düşünce, ince uzun bir hat mı oluşuyor orada?

Önce üç Ç: Çarpıcı. İki de C peşisıra: Can'lı!

Acaba, diyorum: Oraya mı gizlenmiş bizim gömlek değiştiren yılan?

Ç’ler bir güzel soyunuyor, C oluyor diye düşünmek, hastalık mıdır? Peki İ ile bir de kuyruk çizsek bu hayvana, başı mı eksik kalır? Kalmaz efendim, ne diye kalsın? Nasıl da tıslıyor bakın, çıkarı çıkarıvermiş de koca dilini!

Hadi canım sen de.. uydurma! diyorsunuz.

Aman ne iyi ki, uyduruyorum efendim. Yoksa, sokuverirdi bir tarafımızı Yılan...

Maâzallah...


Yılan bu yılan!

Belli mi olur sağı-solu?







Cumartesi, Eylül 03, 2011

Jack Daniel'z




Kitsch objelere oldum olası sempati duydum. Her ne kadar satın almasam da (on yıl kadar evvel, Bolu Dağı'nda bir benzinlikteki durgun molamı tiyatroya çeviren, üzerinde "Canım Görümceme Sevgilerimle..." yazan çakmağı saymazsak), yuhalasam da, eşsiz Doğu-Batı harmanı güzel ülkemizin gündelik yaşama ne yapıp edip sıkıştırıverdiği bu şeyler, beni daima fantazmalara sürükledi.

Yukarıda görmekte olduğunuz şey ise, biraz önce, yaz tatilim sırasında karşıma çıktı. Zeynep, Tayland’da bir sokak tezgâhından almış bu muhteşem tasarımı. Yatağın üzerinde görünce hemen sordum: Bu nedir? Çakmak (ah, yine!) aynı zamanda şişe açacağı olduğu yanıtını aldım. Sahiden de öyleydi. İşlevselliği abartmada usta olan Kitsch, yine bir albeni yaratmakta gecikmemişti anlaşılan. Açacak olarak tasarlanmadığı açıktı: açacak olsaydı, ona bir de çakmak ekleştirmek ürünün kendisinden pahalıya geleceğinden, anlamsız olurdu. Evet, bu bir çakmaktı.

Hayır, oturup tasarımcısına mektup yazmak gibi bir fikir geçmedi aklımdan. Onun yerine, eline çakmak alan her insanın çaresiz teslim olduğu o klişe hareketi yaparak, çakmağı çaktım. Yanmadı. Bir daha çaktım. Çakmak, yanmadı. Bu kez daha usul bir hareketle, yeniden denedim. Yanmıyordu...

Zeynep’e çakmağın yanmadığını söylediğimde bir karşılık veremedi, çünkü odadan çıkmıştı. Çakmağı bir daha çaktım. Bu defa çakmak sol elimdeydi ve parlak sırtı ışıl ışıl ışıldıyordu. Evet, çakmak yanmıyordu ama, açacak olarak yontulmuş boşluğun çeperinde gelgelli mavi bir ışık, telaşla yanıp sönüyor, göz alıyordu. Ana ödevini yapamasa da -güç nefes alsa da- yine de etrafına neşe saçmasını bilen, gerçekten sürprizli bir şeydi bu...

Böylesi bir şey kimin, nerede, nasıl aklına gelmiş ki şeklinde uç veren düşüncelerin kafatasımda süratle serpilmeye başladığı esnada, üzerindeki Jack Daniel’s logosuna bakıyordum. Şimdi bir şüphem kalmamıştı: UzakDoğulu girişimci, voliyi nasıl vururum acaba diye tasalandığı uzun gecelerden birinde, bir barda, viskisini yudumluyordu. Aldığı alkolün de etkisiyle, düşüncelerle seksek oynarken iyiden iyiye yorulan zihni, dördüncü dublesini devirdiğinde, yakınlardaki objelerden fikir devşirme kolaycılığına kapılıvermişti...

Kırkbeş yaşlarında olduğu kesin girişimcinin barmenle aralarında duran viski-sigara-çakmak üçlüsü, sanki bir şeyler söyler gibiydi. Yo hayır, viski ve sigara işine giremezdi; o işe bir kez bulaşmış, sahte Tayland rakısı ürettikleri imalathane basılmış, Bangkok 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 14 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılmış, duruşmadaki iyi halinden ötürü cezası 13 yıla düşürülmüş, 8 ay önce de genel aftan faydalanarak güzelce salınakonmuştu. Artık eftamintokofti işlerde (Ah! Aktunç!) yoktu, bu yeni ürün elbette, bir Çakmak olmalıydı.

Bulduğu olağanüstü fikrin dudaklarına çizdiği gülümsemeyle, başını önünden kaldırarak bar taburesinde şöyle bir dönerken, gördüğü tatminkâr çakmak/insan oranı ile, bir kere daha mutlu oldu. Hemen orada, ar-ge çalışmalarına koyuldu. Barmenin gece boyunca açtığı bira şişelerinin frekansı, -aldığı alkolün de etkisiyle- ürünü mükemmel bir manevrayla çakmak-açacak eksenine doğru kıvırmıştı. İyi olmuştu: bu, yepyeni, şahane, çok özel bir cihazdı. Kendisine bir viski daha söylerken, sigarasını yaktı.

Barmen, Jack Daniel’s şişesini bardağın üzerinde havalara doğru kaldırıp indiriyor, bardaktaki tek buz, dökülüşen kehribar sarısı mayiyle, esriyip gidiyordu... Barmen, bardağı her seferinde artan bir coşkuyla mı dolduruyordu? Efendim, bu, beşinci dubleniz olduğuna göre, siz, bizim iyi bir müşterimizsiniz der gibi bir ses okunuyordu tavırlarında. Barmene eyvallah dedi, içkisinden sıkı bir fırt çekti: Ne güzel şeydi şu viski! O olmasa, bulduğu ilginç fikir aklının ucundan bile geçmezdi. Bütün gece bu ânı beklemiş; ışıklı bardak altlığı, minyatür içki şişeleri, müzik çalan şakacı kadeh ve benzeri yalçın fikirlerin arasında yapayalnız kaldığı sırada, viski: kapıları açıvermişti işte... Viskiye olan gönül borcunu, Jack Daniel’s logosunu çakmağın ön yüzüne adeta bir mühür gibi çakarak ödemek, yerinde olacaktı. Hem tabii ya, böylece bu çığır açıcı buluş Jack Daniel’s için şık bir promosyon ürünü olabilir, voli daha da sert vurulabilirdi. Ancak, aldığı alkolün etkisiyle olacak, Jack Daniel’s kapaklarının, çevrilerek açıldığını, o an aklına getiremedi... Ah o yanıp sönen mavi ışıklar! Onların, sahneden gözlerinin içine içine, gece boyunca batıp çıkan lazer ışıklarının frekansından doğduğunu söylemem, sanırım gereksiz. Uygun form ve ebatlarda üretildiğinde pekâlâ oyuncak elektroşok tabancası olarak da pazarlanabilecek bu akıl şaşırtan sistem, ah o mavi ışıklar!..

Çakmağın arka yüzüne gelirsek... Burada, dikdörtgen bir hacmi dört yerine üç vidayla sabitleyerek maliyette çok akıllıca bir çözüme giden başarılı işadamının izlerini buluyor oluşumuz, doğaldır. Üzerine yirmi sekiz adet küçük çaplı oylum kakılmış alüminyumparlak alaşım, barın tuvaletinde kullanılan malzeme hakkında net bir intiba sunarken, bulunan fikrin gözkamaştırıcı imgesini yansılamaya elbet müsaitse de, ben tercihimi, ferâsetli beyefendinin bara, görkemli bir Harley Davidson’ın sırtında, saçları külrengi kumrular gibi uçuşarak, güneş gözlüğünün camları sokak ışıklarıyla tek tek parıldayarak, ve sütbeyaz, Made in Thailand gömleği paraşüt gibi şişerek gelmiş oluşundan yana kullanıyorum. Peygamber vitesinde...

Zeynep, yemeğe gelmiyor muyum diye soruyor. Ardında bir uçak sesi.



Çarşamba, Ağustos 10, 2011

Gümbedek
















Gümbedek güm!

Sevgili Komşum,

Gümbedek güm!


Ramazan davulunun otoriter ritmi eşliğinde, gecenin şu en şizofrenik saatlerine doğru sokulurken, sevdiğim büyüğüm, değerli iş ortağım Aykut’un, arabasının sileceklerine iliştirilmiş notunuzu bana göstermesinden bu yana geçen yaklaşık dört buçuk saat boyunca, size yazıp yazmama düşünüşleriyle epeyi bir oyalandım. Sözkonusu ticari aracın şahsıma ait olmaması, dolayısıyla notunuzun bana özel yazılmamış oluşu, sorguyu baştan anlamsız hale getirse de, bir yolunu bulup evime girmeyi başarmış, böylesine duyarlı, öylesine açıkkalpli bir sesi, hayır, karşılıksız bırakamazdım. Aykut’la ne işler peşinde olduğumuzu burada söylemem, sanırım yersiz...


Gümbedek güm!


Şu masamda görmüş olduğum beş cümleye yedi satır ebatlarındaki bu orijinal not, birincil ödevi gereği okurunu bir daha aynı eylemi gerçekleştirmekten men etmesini pek iyi beceriyor, önce bunu takdir etmek gerek. Hiç tanımadığı bir insana bir mesaj iletirken, mecra yapısı gereği tek kollu iletişim biçimini koza çevirmiyor oluşunuzdaki titizlik, belki de mass media'ya inancını çoktan yitirmiş birisi olarak beni, ayrıca etkiledi. Söylememe izin verin: notunuz üzerine Aykut’la bir dakika kadar konuştuk. Bu bir dakika, en az otuz yıldır tanıdığım, zaman geçirmekle hep içten içe gönendiğim, her ne kadar boyum yetmese de felsefî sohbetiyle esriyip gittiğim bir insanı ayda yılda bir yakalamışken harcanmışsa, enikonu uzun bir süre, sizi temin ederim. Aykut’la ne işler peşinde olduğumuza gelince... bu kimseyi ilgilendirmemeli.


Gümbedek güm!


Sevgili komşum, güzelsiniz. Eminim: o lastikleri patlayasıca 'bütün arabaların ve çöp kamyonlarının sesini' duyduğunuzda, uyuyordunuz. Yatakta, seslerin birazdan kesileceğine dair serinkanlı umudunuzla-uykunuzu saatlere bölüştürmeniz, artık sonunda pes ederek birden öylece doğruluşunuz, bir hışım başucunuzda duran günlüğünüze uzanışınız, kucağınızdaki defterde ilk bulduğunuz boş alana hızla satırlarınızı sıralayışınız geliyor gözümün önüne. İnce uzun bir tişört mü vardı üzerinizde? Arkası beyaz, ön yüzü eflâtun bordürlü bir kağıtta bulunan bu düpedüz şiirsel sözler, yazım stiliyle çok yazan bir ele ait olduklarını söylerken, onların hemen altında belli belirsiz seçilen pembe uçla yazılmış harfleriyle, bunun sizin günlük defteriniz olduğunu düşündürüyor bana, elimde değil. Bir önemi, yok elbette... Peki kağıdınızın muntazaman yırtılmış dipdiri gövdesine bakıp, yazmaya koyulduğunuz anki eflâtun öfkenizin şimdi biraz pembeye çaldığını düşleyerek avunç içine düşmem, şapşallık mı sayılmalı acaba? Malûm burası Cihangir; “Alev Alatlı falan olsa ya yazan..” dedim Aykut’a, biraz gülüştük.


Gümbedek güm!


“Bir daha arabanızı buraya koymayın lütfen!” cümlesinin bir başınayken dayattığı keyfiliği, o çiğ çirkinliği devirişinizdeki yetkinlik, bugün handiyse unuttuğumuz, özlediğimiz, çarpıcı bir incelik. Mahir bir kuyumcu edasıyla başa ve sona hassasça yerleştirilmiş bir çift “!” işaretinizin, garibân muhatabının tepesine -durup dururken- dikiliverme sevdalısı alikıranın elindeki çalıçırpı değil: Yaşatma gafletinde bulunulmuş kasvetin rütbesini, göklerden indirip, okurun omuzlarına olduğu gibi çökertme emeliyle ışıldayan enfes art direksiyon unsurları olduklarından söz edilebilir. “Doblo’nun sahibi kim?” misli kendinize ait olmayan yalın bir cümleciği tutup da notunuzun orta yerine o denli tumturaklı yuvaladığınız yetmezmiş gibi, gecenin bir körü, ve üstelik uykulu, ve üstelik huzursuz olmanıza rağmen "tırnak" işaretlerinizi eksik etmemiş oluşunuz, sonra, 'buradan' yerine 'burdan' yazmayı uygun gören o inisiyatifçi, minimalist üslubunuz, o “bütün arabalar”, “çöp kamyonları”, “avaz avaz bağıran adamlar”: Doblo!.. O adamlar bilmeliler: Aykut’un arabası Doblo değil, Caddy.


Gümbedek güm!


Siz. Siz bu satırları bugün akşamüzeri yazdınız. Ne var ki, beni dün geceye götüren, sizsiniz. Ne yapalım, kabahat sizin. Ayrıca siz: Kadın olduğunuz fikrine nereden kapıldığımı soracak bir kadına benzemiyorsunuz. Aykut içerde uyuyor, sabahtan işleri var.


Gümbedek güm!

Güm!


Davulcu, köşeyi dönerek uzaklaşıyor. iTunes, search: “I could” - 3 results found:

Patrica Barber - I Could Eat Your Words (deleted file)
Petra Berger - I Couldn't Say No (deleted file)
Roxette – Wish I Could Fly

Play!